Volkan Aksal - Hakkında Yazdığı Tanıtım Yazısı

Ümraniye Belediyesi Şiir Yarışması


Volkan Aksal Ayaklanma Çağrısı Sihriydi tutkuların. Şiir bitti! Solunarak süzülen tılsımı kalmadı gönlün.. Şiir bitti! Kurudu esin çağlayanı umudun Dindi suların tendeki çılgın uğultusu Öpüşlerden düşlerin filizleri yolundu Kimse ağlamıyor özlerken.. Şiir bitti! Uçukladı, dudakları sevginin Bakışlar yapayalnız, yalnızlık çırılçıplak Gülüşler kuşsuz, kıvılcımsız Can bitkin, dil tutsak.. Şiir bitti! Bulandı, yüreğin özgür sesi Teslimiyet başıboş Yiğitlik evcil Onur sessizce köreldi gözevlerinde Dişlerin arasında bilendi küfür: paslı, keskin Oyuncu arsız, seyirci bezgin Ne dövüş soylu ne seviş Çığlığı duyulmuyor sevincin.. Şiir bitti! Söndü içtenliğin güven ateşi Sevgilin zehrin kılabilir gizemli anıları Dostun katilin olabilir Nefret hırçın, şefkat uyuşuk, merak sinsi Acının sırdaşı ayrılıklar uluorta kudurgan.. Şiir bitti! Tozlandı hançeresi sezginin Susan da ikiyüzlü konuşan da İhanetin sinmediği giz unutuldu Yalan doruklarda çığırtkan Şiir bitti! Bozuldu ışıktan büyüsü duyguların Korkunun da ucuzları türedi coşkunun da Erdem sığlaşıp özüne yabancılaştı Dal kuru, dalga uysal Herkes, her şeyin sahtesine alışkın... Şiir bitti! Soldu içli sesin beslediği tomurcuk Alaycı çalgıcılar dökülüyor şarkılardan Hüzün sürgün, aşk yılışık.. Şiir bitti! Dindi rüzgârı tükenmez gücün Ağıtlar yetim, türküler öksüz Zalim yaradana pervasız, mazlum ölümüne çaresiz.. Şiir bitti! Soğudu tezcanlı yüreğin yanardağı Ne dövüşün külhanı kaldı ne sevişmenin Suskunluk kanıksandı, kabalık azgın Ne Dadal'a sadık halk ne Karacaoğlan'a Sokakta sabrın tiryakisi ruhsuz bir kalabalık.. Tek umut ki - yaşam bitti demeye varmıyor dilim - O da çocukların sesleri.. İsyan edin İsyan edin İsyan edin! Nihat Behram * herşeyle herşeyin arasındayız birine öyle uzak ötekine bu kadar yakın ağzına sıçmışlar duyduğuma göre bıyık bırakmışsın HALELUYA DEMEDEN OLMAZ Martin Bryant için * dişin ete sürtünürken çıkardığı sesi duyuyor musun cızırtılarla bilmem neden suçluyuz bir sonbahar denizine dökülürken klarnet eşliğinde akşam çay içip sohbet etmemizi çağırıyorlar tanık sandalyesine haleluya demeden olmaz haleluya demeden olmaz şaşıyorum hâlâ insanı kanatan hakikatler olmasına ve yalnızlığa yalnızlığın yumurtalıkları falan var salataya karabiber koyar gibi sallanıyordu kolu ölmekte olan kadının ayağında kan kırmızısı bir çorap bıraksalar tetiklerimi evde bırakırdım sayın jüri üyeleri ve atardım yalnızlığın tâ yumurtalıklarına kadar bir yumruk haleluya demeden olmaz haleluya demeden olmaz bana gözlerimi vermiyor eteklerini kısaltıp yüzlerini saklayan kadınlar hışırtılarla üzülme sen biz de sarhoş şarkılar birgün söyleriz bir plak iğnesinin çizdiği yüzlerle üzülmezsen Tasmanya'da amma da dudaklarımızı tükürürüz tetiklerini yitirmiş bir otomatik tüfekle bak insan sevmesini öğrenebilir hapishanesini at yalnızlığın yumurtalıklarına bir tekme daha hayır Port Arthur'a sapmadım önünden geçtim sadece silah sesleri geliyor şu kafetaryadan veya daha yakından dan dan sayın jüri üyeleri hayata düşeceğimi bilseydim aranıza dün adlı bir dağdan terliklerimi evde bırakırdım elbette bir de cebimde bulacağımı sandığım kibritlerimi suç aletlerimi ellerini yüzüme örten o kağıt kız artık haleluya demeden olmaz haleluya demeden olmaz elimde tek bir tetik ve yalnızlığın tâ yumurtalıklarına varana kadar kolu elbette salataya karabiber koyar gibi sallanmalıydı arabalar yavaşlayarak yanından geçerken bunlar ellerim bu ahlâkım bu az önce çıkarttığım yangın hayır çorap kırmızı sadece aceleye getirilmiş bir gecenin yarısında bak ben söyleyeyim bıktım senden ve tanrılarından dan dan silah sesleri geliyor dinle plakların iki şarkı arası cızırtısından şimdi sesimi bir sessizlik planladım misafirlere zor pazartesiler geçsin kızlar sokaktan istediği erkeği seçsin diye çünkü blues az anlıyor musunuz haleluya demeden olmaz haleluya demeden olmaz onu da ver diye haykıran ran ran misafirlerin arkasından dan artan jambon cips ve şampan ya şu evi de yakmalı şu küçük kızı da öldürmeli dişin eti özlemesini duyuyor musun vınıltılarla salataya karabiber koyar gibi sallanan kollar haleluya demeden olmaz haleluya demeden bu gruba bir basçı lazım çünkü adalet az ol ma z şimdi şehre su veren bütün vanaları kapatmalıyım sokaklarda yalnızlığın yumurtalıkları var ve yazman hanım benimle evlenmeyen ne çok tütünsüz bol vitaminli bordo çoraplı kızlar var ve inanın birbirlerine çok yakışıyorlar bu delik alnınızın ortasında iyi durdu bayan bir hatıra Port arthurdan dan evet bu hayatın biraz kırmızısı az az daha yüksek sesle haleluya demeden olmaz haleluya demeden olm a z bilseydim tetiklerimi terliklerimi evde bırakırdım ilkokulların kurumakta olduğunu böylesine evet hep beraber haleluya demeden o l m a z haleluya demeden olmaz siren sesleri yaklaşıyor hamburgerinizden geçen bir mermi yalnızlığın ta! yumurtalıklarından geçen bir tekme hayatınızın ortasından geçen sidikli bir aşk ta! aşk bütün haksız yere övülmelerim gözlerimin önünden ellerini yüzüme örten kağıt kız artık - ateşinizi alabilir miyim haleluya demeden olmaz haleluya demeden olmaz sigara kullanmam port arthurdan silah sesleri geliyor veya çok daha yakından ve arlanmaz devrimci gülüşümü nereden bulduğumu soruyorsunuz kendinize dan dan mesela karşı masadan sayın cinayet masası yetkilileri bir armağan bir armağan danseden hayaletlerinizi kırıyorum şangırtılarla ve birbiri ardından bir an şakağımı soğuk bir vanaya dayıyorum ölüler geçmiş buradan haydi hep beraber dişleri gıcırtılarla haleluya demeden olmaz haleluya demeden olmaz insanları değil tenhalığı sadece * yaşamak sadece yaşamaktan ibarettir boş bir oda gibi nedensiz aşk şiirleri ve yanan şehirler buradan gelir yine de kimse inanmaz Enis AKIN * Zebercet I. benim adım zebercet gözlerini kapı girişlerine asmış bir otel odasında kalmakla mükellefim yaşamak birkaç numara büyük. lambalarım tüy döker annem beni tanımaz mektup zarflarına sığmaya gözlerinizle birlikte gücüm yok yıl oldu bak yıl oldu ben buraya kök saldım bilmiyorum deniz nedir ağaç nedir kuş nedir gözleriniz çıka gelir diye şu kapıdan yaşamak denilen o kumaşı gidip de giymedim. benim adım zebercet gözlerinizi bayan o hayata açılan kapıları çarşılar da bir büfenin vitrinlerinde mezarlara karşı oturan evlerde gidip de bulamadım sonra gelip de bir otelin cinayet odalarında ipleri gözlerinizi özlemekle boğazıma dolamak arasındaki farkın kalmadığını anladım. II. bir odanın tahta döşeli ayaklarını gözlerimle birlikte yakmak istemlerimi sağıyorum ellerin var ile yok arasında bardaklara dokunan dudaklarını testerelerin keskin bıçaklı ağızlarına sürerekten başladım hayata adım zebercet gözlerimdeki uzaklığın çekimsiz hali. meğer dünya gözlerime gerilmiş bir çarmıh içimin sığ sularında akşamları yani biraz siz yoksunuz ölümün yalnızlıkla olan bağlantısını saçlarımın nefretle olan kardeşliğini boş olan karelerime doldurmakla erişirim hiçliklere adım zebercet şu ruhumu eriten takım elbisenin altında siyah gözlükler takarak ölümlerimi gizliyorum bazen çarşılardan sinemalardan ayaklarımı tanımayan kaldırımlardan sürüyorum sanki başka bir dünya o kalabalık pilastik hayatımı tanımaz benim yüzümde incinen ölümün hatırasını yani bıyıklarımın jiletler tarafından intiharını görmüyor çünkü burası adresimden uzak tanır mısınız bilmem gözlerime kan düşmüş benim adım zebercet mutluluğun bozulmuş hali. bak şimdi buraya dokununca yani şu ahşap gözlerime geri dönmeyecek o kadının gözleri ölümün sarı çizgisini geçmişizdir nasıl anlatayım kapıyı kapat çık deriz ruhum kapat çık uçurumlarımdan boğazımızı kravatlı haline sokarak -yani ölümünde bir ciddiyeti olduğuna inanaraktan masalara çıkarız karanlık bizi alkışlar gözlerimiz iki kere tabuttur artık bunu biliriz. şimdi bak daha anlatayım saat on iki olunca tik tak olur kediler miyavlar o koca kapı gözlerimi yutaraktan örter beni sayın dünya siz benden uzak kalırsınız kanarım ama duvarlara sürtünerek acılarımın inceltilmiş sabahlarına uyanırım karakolda masaların asık suratlı çay bardaklarına karıştırılmış hayat hikâyem vardır benim adım zebercet. yok yok komiserim burada yok biz sizden haber alamıyoruz burada kedilerimizi boğuyoruz akşamları işte şu köşe benim işte balkon işte ip orada damarları patlamış havlumuz durur bakan kadının gözlerini öpmelerimizi saklıyoruz dahası saygılarımızı sunuyoruz ölümlerimizin dayanılmaz kanamalarına tam yüzümüzün ortasında benim adım zebercet kollarımın uçuruma açılmış hali ey pencere bu sabah beni sen aç neyi bekliyoruz nasıl bekliyoruzun harflerinden örülmüş bir tabutla kararlar kusuyoruz bıyıklarımızı artık sevmiyoruz o bayan o gözleriniz sizin benim adım da zebercet ölümün asılmış hali (Macit Şehra - Anayurt Oteli) Yusuf Atılgan * KULELER KENTİ Yüz kulesi var Prag'ın Bütün azizlerin parmaklarından Yalan yeminlerin parmaklarından Ateşin ve dolunun parmaklarından Bir çalgıcının parmaklarından Sırtüstü yatan kadınların sarhoş eden parmaklarından Gecenin hesap tahtasında Yıldızlara dokunan parmaklardan Akşamın fışkırdığı parmaklardan Sıkıca kenetlenmiş parmaklardan Tırnaksız parmaklardan Bebeklerin parmaklarından çimenlerin Keskin ağızlı parmaklarından Mayısta bir mezarın parmaklarından Dilenci kadınların ve bütün işçi sınıfının parmaklarından Gökgürültüsünün ve şimşeğin parmaklarından Güz çiğdemlerinin parmaklarından Kale'nin ve arp çalan yaşlı kadınların parmaklarından Altın parmaklardan Karatavuğun ve fırtınanın ıslık çalan parmaklarından Limanların ve dans derlerinin parmaklarından Bir mumyanın parmaklarından Herculaneum'un son günlerinin ve batan Atlantis'in parmaklarından Kuşkonmazın parmaklarından Yüz dört derece sıcak parmaklardan Donmuş ormanların parmaklarından Eldivensiz parmaklardan Bir arının konduğu parmaklardan Karaçamların parmaklarından Gecenin orkestrasında bir flütü aldatan parmaklardan Hilebazların ve iğnedenliklerin parmaklarından Romatizmanın çarpıttığı parmaklardan Çileklerin parmaklarından Yeldeğirmenlerinin ve açan bir leylağın parmaklarından Dağ pınarlarının parmaklarından bambu parmaklardan Yoncaların ve eski manastırların parmaklarından Terzi tebeşiri parmaklardan Guguk kuşunun ve yılbaşı ağacının parmaklarından Medyumların parmaklarından Tembih eden parmaklardan Uçan bir kuşun fırçaladığı parmaklardan Kilise çanlarının ve eski güvercinliğin parmaklarından Engizisyon'un parmaklarından Rüzgârı anlatmak için ıslatılmış parmaklardan Mezar kazıcıların parmaklarından Hırsızların parmaklarından Geleceği söyleyen Okarina çalan ellerdeki yüzüklerin parmaklarından Baca temizleyicilerin ve St.Loretto'nun parmaklarından Rododendroların ve tavuskuşunun başındaki su fıskiyesinin parmaklarından Günahkâr kadınların parmaklarından Olgunlaşan arpanın güneş yanığı parmaklarından Petrin Gözetleme Kulesi'nin parmaklarından Mercan sabahların parmaklarından Yukarıyı gösteren parmaklardan Akşam karanlığının eldiveni üstündeki Tyn Kilisesi'nin ve yağmurun kesik parmaklarından Saygısızlık edilen Kutsal Ekmeğin parmaklarından Esinin parmaklarından Uzun eklemsiz parmaklardan Bu şiiri yazdığım parmaklardan Vítezslav NEZVAL * Okumuş Bir İşçi Soruyor Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim? Kitaplar yalnız kralların adını yazar. Yoksa kayaları taşıyan krallar mı? Bir de Babil varmış boyuna yıkılan, Kim yapmış Babil’i her seferinde? Yapı işçileri hangi evinde oturmuşlar Altınlar içinde yüzen Lima’nın? Ne oldular dersin duvarcılar Çin Seddi bitince? Yüce Roma’da zafer anıtı ne kadar çok! Kimlerdir acaba bu anıtları dikenler? Sezar kimleri yendi de kazandı bu zaferleri? Yok muydu saraylardan başka oturacak yer Dillere destan olmuş koca Bizans’ta? Atlantik’te, o masallar ülkesinde bile, Boğulurken insanlar Uluyan denizde bir gece yarısı, Bağırıp imdat istedilerdi kölelerinden. Hindistan’ı nasıl aldıydı tüysüz İskender? Tek başına mı aldıydı orayı? Nasıl yendiydi Galyalılar’ı Sezar? E bir aşçı olsun yok muydu yanında? İspanyalı Filip ağladı derler Batınca tekmil filosu. Ondan başkası ağlamadı mı? Yediyıl Savaşı’nı 2. Frederik kazanmış? Yok muydu ondan başka kazanan? Kitapların her sayfasında bir zafer yazılı. Ama pişiren kim zafer aşını? Her adımda fırt demiş fırlamış bir büyük adam. Ama ödeyen kimler harcanan paraları? İşte bir sürü olay sana Ve bir sürü soru. Bertolt Brecht * RÜZGARIN YIRTIK YERİ Saçlarında şimşek parçaları, dilinde kırağı, Sen kimin yetimisin, Kimi bekliyorsun durduğun yerde? Sağır bir günün sonunda dilsiz bir gece Sarıp sarmalıyor seni, Gökyüzü gıcırtıyla kapanıyor üstüne. Bak ömrün yarılandı, Karanlığı kullanmayı öğrenmelisin. Yazısı akmış ıslak bir sayfa elinde, Yara bere içinde morarıyor şiirlerin. Artık tutunacak kimsen kalmadı, Nasıl biliyorsan öyle düğümle zamanı. Bütün ölümleri gör, Birini evlat edin kendine. Oysa sen, boş bir kabın taş darası. Yine de denkleştirip gidiyorsun hayatı. Tuzağa yem, hançere bağ oluyorsun. Zehire katıyorlar seni, şair ne duruyorsun Gemilere bin, trenlere atla. Kimsenin umursamadığı, hiçbir işe yaramayan Kaldır şu gereksiz tanıklığı ortadan. Ne kadar tıkasan kulaklarını, Duymamaya çalışsan Göğsünde bir titreşimdir konuşmaları. Görmesen seslerden anlıyorsun. Kazdıkları çukuru, ördükleri duvarı. Çakılısın buzdan çivilerle Boynu bükük bir haçın üstünde. Yerde buluyorsun kendini her sabah, Yeniden gerilmek üzere, Saçlarında şimşek parçaları, dilinde kırağı Daha ne bekliyorsun durduğun yerde? Katmerli yalanı gördün, yalınkat gerçeği, Bilicinin ürpererek söylediği Sevgi gereksinimlerini gördün kimilerinin, Tırnaklarını denemek için Yılanın deri değiştirmesini, Gülüşün kurdunu, sineğini gözün; Yüreğinde bir ağaç gürültüyle devrilirken, Aksayarak yürüyen umudun arkasından Gülün kanayan hüznünü gördün. İşte tanıksın ölümün pazarlık ettiğine Toptan ve perakende, Pantolon ütüsünün keskinliğine, Bozulup bütünlenmesine paranın, Mevsimsiz bir çocuğun kekre yüzüne, Yabancı işçiliğine martının Deniz olmayan bir uzak ülkede, Daha binlerce, binlerce şeye. Yaz bunları ve imzala sana yetecekse. Bana delik deşik bir yürekle Pası küflü, çürümeyi söyle. Yangın yerlerinin katran gözyaşlarını, Bana göçüğün kırık kemiklerini, Sancısını suyun, rüzgarın yırtık yerini Ve bunlardan payına düşeni söyle. Ne kadarı kaldı babandan, Sen ne ekledin üstüne, Acının sana getirdiği ürem ne? Şair bana mutluluktan söz etme, Beyaz baston kullanan bir dille. İşte tanıksın daha nelere? Testi gömüyorlar göğsüne eskisin diye, Keçe gibi kimi zaman, parlatmak için Bakır kaplara sürüyorlar seni Şair hiçbir tansık bekleme, Dolaş yıkıntılar, çöplükler içinde, Sen ey gülünç ve deli mesih; Ölmeyi bilmediğine göre, Saçlarında şimşek parçaları, dilinde kırağı Pelteleşmiş yapışkan haçını Islık çalarak sokaklarda sürükle. METİN ALTIOK * TARAFSIZ AYDINLAR 1 Tarafsız aydınları yurdumun sorguya çekilecek günün birinde en basit insanları tarafından halkımızın. Soracaklar onlara ne yaptılar diye ağır ağır ölürken ulusları, tatlı bir ateş gibi ufacık, bir başına. Kimse sormayacak onlara giysilerini, uzun öğle uykularını yemek sonrasında, bilmek istemeyecek kimse anlamsız uğraşlarını, hiçlik konusunda görüşlerini, nasıl para kazandıklarını felsefe yaparak. Sorguya çekilmeyecekler yunan mitolojisi konusunda, nasıl iğrendikleri konusunda kendi kendilerinden, korkuyla ölürken içlerinde bir şeyler. Sormayacaklar nasıl vardıklarını doğrulara yalanın gölgesinde. 2 O gün basit insanlar, tarafsız aydınların kitaplarında, şiirlerinde yer almayanlar, her gün ekmek getirenler onlara, süt getirenler, çörek ve yumurta getirenler, giysilerini dikenler, arabalarını sürenler, köpeklerine, bahçelerine bakanlar, onlar için çalışanlar, gelip soracaklar: "Ne yaptınız acı çekerken yoksullar içlerindeki sevgi ve yaşam sönüp giderken?" 3 Tarafsız aydınları güzel yurdumun, cevap veremeyeceksiniz. Yiyip bitirecek sizi bir sessizlik kuzgunu. Yüreğinizi kemirecek zavallılığınız. Susup kalacaksınız kendi utancınızla. Otto René CASTILLO * NEYE BENZİYORLARDI? 1) Vietnamlılar taştan fenerler kullanıyorlar mıydı? 2) Törenlerle kutluyorlar mıydı tomurcukların açışını? 3) Sessizce gülme eğilimleri var mıydı? 4) Süs olarak kemik ve fildişi, yeşim taşı ve gümüş takınıyorlar mıydı? 5) Destanları var mıydı? 6) Konuşmakla türkü söylemek arasında bir ayırım yapıyorlar mıydı? 1) Efendim, yumuşak yürekleri taşa dönüşmüştü. Taş fenerlerin bahçelerde güzel yolları aydınlatıp aydınlatmadığı hatırlanmıyor. 2) Belki bir kez tomurcukları kutlamak için toplanmışlardı, ama çocuklar öldürüldükten sonra tomurcuklar açmadı. 3) Efendim, yanık ağızlara acı verir gülmek. 4) Bir düş önce, belki. Sevinmek içindir süs. Bütün kemikler kömür olmuştu. 5) Hatırlanmıyor. Unutmayın ki, çoğu köylüydü; pirinç ve bambuyla yaşıyorlardı. Sessiz bulutlar çeltik tarlalarında yansıdığında ve bayırdaki setlerde korkusuzca yürürken manda, belki babalar eski masallar anlatmışlardır oğullarına. Bombalar bu aynaları parçalayınca, ancak çığlık atmaya vakit kalmıştı. 6) Hâlâ türküye benzer bir yankısı duyuluyor konuşmalarının. Anlatıldığına göre türkü söyleyişleri pervanelerin ay ışığında uçuşuna benzermiş. Kim bilebilir? Artık her yer sessiz. Denise Levertov * TOMAS'LA VEDALAŞMA Sanadır, kuşatılmış arkadaşım, ak dağların berrak sularına, batık gemi düşünün seni bağladığı yere gider ayrılık şarkım. Uyandım bugün yelkenlerimde kanatlanma arzusuyla, haberleşme mumları tutuyorum duygusuz pusulanın gösterdiği zaman limanına giderken gemi. Dilimi rüzgara veriyorum sözcüklerini gergin gergin tutmak, taze acılarından bir şeyler alıp götürmek için yaşamakta olduğun şaşkınlıkları paylaşmaya. Yastığını yeşerten bahar da yitti gitti. Ayrılışımı kastetmiyorum, artık yol almayan gemin için diyorum. Anlıyorum seni kırık kanatlı kırlangıç, isterdim Kastilya çeşmesine götürmek, başa çıkabileceğin güçle donatmak. Olaylara eğilmiş bir doktor olsam bile onları değiştiremiyor, ancak anlayabiliyorum. Bununla birlikte sihirli bir çözümüm var, Bolivya'da bir madende, belki de Şili'de, Peru veya Meksika'da ya da yıkılmış Sonora İmpataratorluğunda, Afrika Brezilya'sının siyahi bir limanında ya da belki de her noktada bir kelime öğrendiğimi sanıyorum. Bu çözüm çok basit, etrafıyla ilgilenme, saldır tepeye. Birleştir genç ellerini yaşlı kayayla, günden güne ufak dalgalar halinde kıpırdayan kırmızı mercanlara nabzını daya. Günün birinde, hatıram ufuğun ötesinde bir yelkenli olsam bile ve senin hatıran belleğimde demirleyen bir gemi olsa bile geleceğe doğru neşeyle yürüyen ufuktaki kızıl yoldaşları gördüğümde şaşkınlıkla haykırmaya başlayacak kuşluk vakti. O korkunç ve beyaz soğukkanlı kötüler şaşkınlığa uğramış gece gibi gerisin geri dönecekler. İşte o zaman, dört duvar arasında solgun şair, evrenin şarkıcısı olacaksın ve sen bahtı kara, ince ruhlu, hasta şair halkın güçlü şairi olacaksın. Che GUEVARA * SEVERMİŞİM MEĞER yıl 62 Mart 28 Prag-Berlin treninde pencerenin yanındayım akşam oluyor dumanlı ıslak ovaya akşamın yorgun bir kuş gibi inişini severmişim meğer akşamın inişini yorgun kuşun inişine benzetmeyi sevmedim toprağı severmişim meğer toprağı sevdim diyebilir mi onu bir kez olsun sürmeyen ben sürmedim Platonik biricik sevdam da buymuş meğer meğer ırmağı severmişim ister böyle kımıldanmadan aksın kıvrıla kıvrıla tepelerin eteğinde doruklarına şatolar kondurulmuş Avrupa tepelerinin ister uzasın göz alabildiğine dümdüz bilirim aynı ırmakta yıkanılmaz bir kere bile bilirim ırmak yeni ışıklar getirecek sen göremeyeceksin bilirim ömrümüz beygirinkinden azıcık uzun karganınkinden alabildiğine kısa bilirim benden önce duyulmuş bu keder benden sonra da duyulacak benden önce söylenmiş bunların hepsi bin kere benden sonra da söylenecek gökyüzünü severmişim meğer kapalı olsun açık olsun Borodino savaş alanında Andırey’in sırtüstü seyrettiği gök kubbe hapiste Türkçeye çevirdim iki cildini Savaşla Barış’ın kulağıma sesler geliyor gök kubbeden değil meydan yerinden gardiyanlar birini dövüyor yine ağaçları severmişim meğer çırılçıplak kayınlar Moskova dolaylarında Peredelkino’da kışın çıkarlar karşıma alçakgönüllü kibar kayınlar Rus sayılıyor kavakları Türk saydığımız gibi İzmir’in kavakları dökülür yaprakları bize de Çakıcı derler yar fidan boylum yakarız konakları Ilgaz ormanlarında yıl 920 bir keten mendil astım bir çam dalına ucu işlemeli yolları severmişim meğer asfaltını da Vera direksiyonda Moskova’dan Kırım’a gidiyoruz Koktebel’e asıl adı Göktepe ili bir kapalı kutuda ikimiz dünya akıyor iki yandan dışarda dilsiz uzak hiç kimseyle hiçbir zaman böyle yakın olmadım eşkiyalar çıktı karşıma Bolu’dan inerken Gerede’ye kırmızı yolda ve yaşım on sekiz yaylıda canımdan gayri alacakları eşyam da yok ve on sekizimde en değersiz eşyamız canımızdır bunu bir kere daha yazdımdı çamurlu karanlık sokakta bata çıka Karagöz’e gidiyorum Ramazan gecesi önde körüklü kaat fener belki böyle bir şey olmadı …. çiçekler geldi aklıma her nedense gelincikler kaktüsler fulyalar İstanbul’da Kadıköy’de Fulya tarlasında öptüm Marika’yı ağzı acıbadem kokuyor yaşım on yedi kolan vurdu yüreğim salıncak buluklara girdi çıktı çiçekleri severmişim meğer üç kırmızı karanfil yolladı bana hapishaneye yoldaşlar 1948 yıldızları hatırladım … severmişim meğer gözümün önüne kar yağışı geliyor ağır ağır dilsiz kuşbaşısı da buram buram tipisi de meğer kar yağışını severmişim güneşi severmişim meğer şimdi şu vişne reçeline bulanmış batarken bile güneş İstanbul’da da kimi kere renkli kartpostallardaki gibi batar ama onun resmini sen öyle yapmayacaksın meğer denizi severmişim hem de nasıl ama Ayvazofki’nin denizleri bir yana bulutları severmişim meğer ister altlarında olayım ister üstlerinde ister devlere benzesinler ister ak tüylü hayvanlara ayışığı geliyor aklıma en aygın baygın en yalancısı en küçük burjuvası severmişim yağmuru severmişim meğer ağ gibi de inse üstüme ve damlayıp dağılsa da camlarımda yüreğim beni olduğum yerde bırakır ağlara dolanık ya da bir damlanın içinde ve çıkar yolculuğa haritada çizilmemiş bir memlekete gider yağmuru severmişim meğer ama neden birdenbire keşfettim bu sevdaları Prag-Berlin treninde yanında pencerenin altıncı cıgaramı yaktığımdan mı bir eski ölümdür benim için Moskova’da kalan birilerini düşündüğümden mi geberesiye saçları saman sarısı kirpikleri mavi zifiri karanlıkta gidiyor tren zifiri karanlığı severmişim meğer kıvılcımlar uçuşuyor lokomotiften kıvılcımları severmişim meğer meğer ne çok şeyi severmişim de altmışında farkına vardım bunun Prag-Berlin treninde yanında pencerenin yeryüzünü dönülmez bir yolculuğa çıkmışım gibi seyrederek NAZIM HİKMET * BU YÜZYILIN ORTALARINDA Bu yüzyılın ortalarında birbirimize döndük Yüzlerimizin yarısı ve dolu gözlerle Eski Mısır'dan bir sahne gibi Bir an, öylece. Saçlarını okşadım Geldiğin yöne doğru, Çağırdık birbirimizi, Bilinmez kentlerin adını söyler gibi Yol boyunca Kimsenin uğramadığı kentler. Şarap gibi İnsanları içiyor dünya, ve sevilerini, Unutmak için. Unutamıyor Ve Filistin tepelerinin etekleri gibi Huzur bulamayacağız hiçbir zaman. Bu yüzyılın ortalarında birbirimize döndük, Beni bekleyen vücudunu gördüm gölgelerin arasında Daha o zaman sıkılıyordu sırtımda Uzun bir yolculuğun deri kayışları. Ölümlü kalçalarına övgüler düzdüm, Geçici yüzümü övdün sense, Saçlarını okşadım gideceğin yöne doğru, Sonunun peygamberi derine dokundum Uykusuz ellerine dokundum Belki bir gün şarkılar söyleyecek dudaklarına dokundum. Çölün tozları kapladı Üzerinde yemeye zamanımız olmayan masayı, Fakat parmağımla Adının harflerini yazabildim tozlara Yehuda AMICHAI * ESKİ KENT Çoğun dönerken eve loş bir sokağından geçerim eski kentin, yansır su birikintilerinde solgun ışığı birkaç sokak fenerinin ve hep kalabalıktır yol. Burda meyhaneden eve ya da kerhaneye gidip gelen insanlar arasında burada insanların ve malın koca bir limanın döküntüsü olduğu bu yerde sonsuzluğu buluyorum alçakgönüllülükle Burda denizcisi orospusu ana avrat düz giden moruğu işini uyduran kancığı kızartmacı dükkânına mitili sermiş süvarisi canı istediğinden içi içine sığmayan genç kızı hepsi yaşamın ve acının yaratıklarıdır. Tanrı çalkalanır onların da içinde benim gibi. Burda sıradan insanlar arasında düşüncemin arındığını duyumsuyorum yolun en aşağılık olduğu yerde. Umberto SABA * Herkes biliyor zarların hileli olduğunu. Herkes biliyor iyilerin kaybettiğini. Herkes biliyor dövüş önceden ayarlanmıştı. Yoksullar yoksul kalır , zengin zenginleşir. İşler böyledir. Herkes biliyor.. Herkes biliyor teknenin su aldığını. Herkes biliyor kaptanın yalan söylediğini. Herkeste babaları ya da köpekleri biraz önce ölmüş gibi buruk bir his var. Herkes cebi için konuşuyor. Herkes biliyor.. Herkes biliyor anlaşmanın hileli olduğunu. Yaşlı siyah Joe senin kurdelelerin ve fiyonkların için hala pamuk topluyor. Herkes biliyor.. Leonard Cohen * Sıra Göller Haşhaş tarlaları arasından geçeceksin, Beyaz ve mor haşhaşları havaya savurarak Yeni bir afyon bulacaksın kendine. İşte o zaman beni unutma, Şairini, onun şiir yazan ellerini, İçine dizilen sıra gölleri, Kendi kendine konuştuğun seni, Her şeyi, hiçbir şeyi unutma. Zakkumların arasından bir şehre gireceksin, Aşk şiirleri, tabiat şiirleri, tarih şiirleri düşünerek Bir dinamit yapacaksın kendine. Korkma, ateşle onu. Öldürecek nice balıklar vardır sularında, Patlamayla dirilecek nice balıklar vardır. İşte o zaman an beni, yaşa beni, İşte o zaman unutma beni. Hatırlanacak çok hüzünler bulacaksın, Onların tohumunu havaya savurarak Uzun bir yolculuk yaratacaksın kendine, Her şeyin, hiçbir şeyin yolculuğu. İşte o zaman an beni, yaşa beni, Kıyılarda bile boğulan seni, Bir saz kuşu olarak gezinen hayaletini, Çeliğinden kemik oyan gövdeni. İçinde bir kaçakçı yaşar senin, Kayıkla dolaşır göllerinde, Beynine tabanca ve şiir satar, O kaçakçının bakışını sakın unutma. Ülkü Tamer