Ayaklanma Çağrısı
Sihriydi tutkuların. Şiir bitti!
Solunarak süzülen tılsımı kalmadı gönlün..
Şiir bitti! Kurudu esin çağlayanı umudun
Dindi suların tendeki çılgın uğultusu
Öpüşlerden düşlerin filizleri yolundu
Kimse ağlamıyor özlerken..
Şiir bitti! Uçukladı, dudakları sevginin
Bakışlar yapayalnız, yalnızlık çırılçıplak
Gülüşler kuşsuz, kıvılcımsız
Can bitkin, dil tutsak..
Şiir bitti! Bulandı, yüreğin özgür sesi
Teslimiyet başıboş
Yiğitlik evcil
Onur sessizce köreldi gözevlerinde
Dişlerin arasında bilendi küfür: paslı, keskin
Oyuncu arsız, seyirci bezgin
Ne dövüş soylu ne seviş
Çığlığı duyulmuyor sevincin..
Şiir bitti! Söndü içtenliğin güven ateşi
Sevgilin zehrin kılabilir gizemli anıları
Dostun katilin olabilir
Nefret hırçın, şefkat uyuşuk, merak sinsi
Acının sırdaşı ayrılıklar uluorta kudurgan..
Şiir bitti! Tozlandı hançeresi sezginin
Susan da ikiyüzlü konuşan da
İhanetin sinmediği giz unutuldu
Yalan doruklarda çığırtkan
Şiir bitti! Bozuldu ışıktan büyüsü duyguların
Korkunun da ucuzları türedi coşkunun da
Erdem sığlaşıp özüne yabancılaştı
Dal kuru, dalga uysal
Herkes, her şeyin sahtesine alışkın...
Şiir bitti! Soldu içli sesin beslediği tomurcuk
Alaycı çalgıcılar dökülüyor şarkılardan
Hüzün sürgün, aşk yılışık..
Şiir bitti! Dindi rüzgârı tükenmez gücün
Ağıtlar yetim, türküler öksüz
Zalim yaradana pervasız, mazlum ölümüne çaresiz..
Şiir bitti! Soğudu tezcanlı yüreğin yanardağı
Ne dövüşün külhanı kaldı ne sevişmenin
Suskunluk kanıksandı, kabalık azgın
Ne Dadal'a sadık halk ne Karacaoğlan'a
Sokakta sabrın tiryakisi ruhsuz bir kalabalık..
Tek umut ki - yaşam bitti demeye varmıyor dilim -
O da çocukların sesleri..
İsyan edin
İsyan edin
İsyan edin!
Nihat Behram
*
herşeyle herşeyin arasındayız
birine öyle uzak ötekine bu kadar yakın
ağzına sıçmışlar duyduğuma göre
bıyık bırakmışsın
HALELUYA DEMEDEN OLMAZ
Martin Bryant için
*
dişin ete sürtünürken çıkardığı sesi duyuyor musun
cızırtılarla
bilmem
neden suçluyuz
bir sonbahar denizine dökülürken klarnet eşliğinde akşam
çay içip sohbet etmemizi
çağırıyorlar tanık sandalyesine
haleluya demeden olmaz
haleluya demeden olmaz
şaşıyorum
hâlâ insanı kanatan hakikatler olmasına
ve yalnızlığa
yalnızlığın yumurtalıkları falan var
salataya karabiber koyar gibi sallanıyordu kolu
ölmekte olan kadının
ayağında kan kırmızısı bir çorap
bıraksalar
tetiklerimi evde bırakırdım sayın jüri üyeleri
ve atardım yalnızlığın tâ yumurtalıklarına kadar
bir yumruk
haleluya demeden olmaz haleluya demeden olmaz
bana gözlerimi vermiyor
eteklerini kısaltıp yüzlerini saklayan kadınlar
hışırtılarla
üzülme sen biz de sarhoş şarkılar birgün söyleriz
bir plak iğnesinin çizdiği yüzlerle
üzülmezsen
Tasmanya'da amma da dudaklarımızı tükürürüz
tetiklerini yitirmiş bir otomatik tüfekle
bak insan
sevmesini öğrenebilir hapishanesini
at yalnızlığın yumurtalıklarına bir tekme daha
hayır Port Arthur'a sapmadım önünden geçtim sadece
silah sesleri geliyor
şu kafetaryadan veya daha yakından dan dan
sayın jüri üyeleri hayata düşeceğimi bilseydim aranıza
dün adlı bir dağdan
terliklerimi evde bırakırdım elbette bir de
cebimde bulacağımı sandığım kibritlerimi
suç aletlerimi
ellerini yüzüme örten o kağıt kız artık
haleluya demeden olmaz
haleluya demeden olmaz
elimde tek bir tetik ve yalnızlığın tâ yumurtalıklarına varana kadar
kolu elbette salataya karabiber koyar gibi sallanmalıydı
arabalar yavaşlayarak yanından geçerken
bunlar ellerim bu ahlâkım bu az önce çıkarttığım yangın
hayır çorap kırmızı sadece
aceleye getirilmiş bir gecenin yarısında
bak ben söyleyeyim bıktım senden ve tanrılarından dan dan
silah sesleri geliyor
dinle plakların iki şarkı arası cızırtısından şimdi sesimi
bir sessizlik planladım misafirlere
zor pazartesiler geçsin
kızlar sokaktan istediği erkeği seçsin diye
çünkü blues az anlıyor musunuz
haleluya demeden olmaz haleluya demeden
olmaz
onu da ver diye haykıran ran ran
misafirlerin arkasından dan
artan jambon cips ve şampan
ya şu evi de yakmalı şu küçük kızı da öldürmeli
dişin eti özlemesini duyuyor musun
vınıltılarla
salataya karabiber koyar gibi sallanan kollar
haleluya demeden olmaz haleluya demeden
bu gruba bir basçı lazım
çünkü adalet az
ol
ma
z
şimdi şehre su veren bütün vanaları kapatmalıyım
sokaklarda yalnızlığın yumurtalıkları var ve yazman hanım
benimle evlenmeyen
ne çok tütünsüz bol vitaminli bordo çoraplı kızlar
var ve inanın birbirlerine çok yakışıyorlar
bu delik alnınızın ortasında iyi durdu bayan
bir hatıra Port arthurdan dan
evet bu hayatın biraz kırmızısı az az
daha yüksek sesle
haleluya demeden olmaz haleluya demeden olm
a
z
bilseydim tetiklerimi terliklerimi evde bırakırdım
ilkokulların kurumakta olduğunu böylesine
evet hep beraber
haleluya demeden
o
l
m
a
z
haleluya demeden olmaz
siren sesleri yaklaşıyor
hamburgerinizden geçen bir mermi
yalnızlığın ta! yumurtalıklarından geçen bir tekme
hayatınızın ortasından geçen sidikli bir aşk ta! aşk
bütün haksız yere övülmelerim gözlerimin önünden
ellerini yüzüme örten kağıt kız artık - ateşinizi alabilir miyim
haleluya demeden olmaz haleluya demeden olmaz
sigara kullanmam
port arthurdan silah sesleri geliyor veya çok daha yakından
ve arlanmaz devrimci gülüşümü nereden bulduğumu soruyorsunuz
kendinize dan dan
mesela karşı masadan sayın cinayet masası yetkilileri
bir armağan bir armağan
danseden hayaletlerinizi kırıyorum
şangırtılarla ve birbiri ardından
bir an şakağımı soğuk bir vanaya dayıyorum
ölüler geçmiş buradan
haydi hep beraber dişleri gıcırtılarla
haleluya demeden olmaz haleluya demeden olmaz
insanları değil tenhalığı sadece
*
yaşamak sadece yaşamaktan ibarettir
boş bir oda gibi nedensiz
aşk şiirleri ve yanan şehirler buradan gelir
yine de kimse inanmaz
Enis AKIN
*
Zebercet
I.
benim adım zebercet
gözlerini kapı girişlerine asmış bir otel odasında
kalmakla mükellefim
yaşamak birkaç numara büyük.
lambalarım tüy döker annem beni tanımaz
mektup zarflarına sığmaya gözlerinizle birlikte
gücüm yok
yıl oldu bak yıl oldu ben buraya kök saldım
bilmiyorum deniz nedir ağaç nedir kuş nedir
gözleriniz çıka gelir diye şu kapıdan
yaşamak denilen o kumaşı gidip de giymedim.
benim adım zebercet
gözlerinizi bayan o hayata açılan kapıları
çarşılar da
bir büfenin vitrinlerinde
mezarlara karşı oturan evlerde
gidip de bulamadım
sonra gelip de bir otelin cinayet odalarında
ipleri gözlerinizi özlemekle
boğazıma dolamak arasındaki farkın kalmadığını anladım.
II.
bir odanın tahta döşeli ayaklarını
gözlerimle birlikte yakmak
istemlerimi sağıyorum ellerin var ile yok arasında
bardaklara dokunan dudaklarını
testerelerin keskin bıçaklı ağızlarına
sürerekten başladım hayata
adım zebercet
gözlerimdeki uzaklığın çekimsiz hali.
meğer dünya gözlerime gerilmiş bir çarmıh
içimin sığ sularında akşamları yani biraz siz yoksunuz
ölümün yalnızlıkla olan bağlantısını
saçlarımın nefretle olan kardeşliğini
boş olan karelerime doldurmakla erişirim hiçliklere
adım zebercet
şu ruhumu eriten takım elbisenin altında
siyah gözlükler takarak ölümlerimi gizliyorum
bazen çarşılardan sinemalardan
ayaklarımı tanımayan kaldırımlardan
sürüyorum sanki başka bir dünya
o kalabalık pilastik hayatımı tanımaz benim
yüzümde incinen ölümün hatırasını
yani bıyıklarımın jiletler tarafından intiharını
görmüyor çünkü burası adresimden uzak
tanır mısınız bilmem gözlerime kan düşmüş
benim adım zebercet
mutluluğun bozulmuş hali.
bak
şimdi buraya dokununca yani şu ahşap gözlerime
geri dönmeyecek o kadının gözleri
ölümün sarı çizgisini geçmişizdir nasıl anlatayım
kapıyı kapat çık deriz ruhum kapat çık uçurumlarımdan
boğazımızı kravatlı haline sokarak
-yani ölümünde bir ciddiyeti olduğuna inanaraktan
masalara çıkarız karanlık bizi alkışlar
gözlerimiz iki kere tabuttur artık bunu biliriz.
şimdi bak daha anlatayım
saat on iki olunca tik tak olur kediler miyavlar
o koca kapı gözlerimi yutaraktan
örter beni sayın dünya siz benden uzak kalırsınız
kanarım ama duvarlara sürtünerek
acılarımın inceltilmiş sabahlarına uyanırım karakolda
masaların asık suratlı çay bardaklarına
karıştırılmış hayat hikâyem vardır benim
adım zebercet.
yok yok komiserim
burada yok biz sizden haber alamıyoruz
burada kedilerimizi boğuyoruz akşamları
işte şu köşe benim işte balkon işte ip
orada damarları patlamış havlumuz durur
bakan kadının gözlerini öpmelerimizi saklıyoruz
dahası
saygılarımızı sunuyoruz ölümlerimizin
dayanılmaz kanamalarına tam yüzümüzün ortasında
benim adım zebercet
kollarımın uçuruma açılmış hali
ey pencere bu sabah beni sen aç
neyi bekliyoruz nasıl bekliyoruzun
harflerinden örülmüş bir tabutla
kararlar kusuyoruz bıyıklarımızı artık sevmiyoruz
o bayan o gözleriniz sizin
benim adım da zebercet
ölümün asılmış hali
(Macit Şehra - Anayurt Oteli)
Yusuf Atılgan
*
KULELER KENTİ
Yüz kulesi var Prag'ın
Bütün azizlerin parmaklarından
Yalan yeminlerin parmaklarından
Ateşin ve dolunun parmaklarından
Bir çalgıcının parmaklarından
Sırtüstü yatan kadınların sarhoş eden parmaklarından
Gecenin hesap tahtasında
Yıldızlara dokunan parmaklardan
Akşamın fışkırdığı parmaklardan
Sıkıca kenetlenmiş parmaklardan
Tırnaksız parmaklardan
Bebeklerin parmaklarından çimenlerin
Keskin ağızlı parmaklarından
Mayısta bir mezarın parmaklarından
Dilenci kadınların ve bütün işçi sınıfının parmaklarından
Gökgürültüsünün ve şimşeğin parmaklarından
Güz çiğdemlerinin parmaklarından
Kale'nin ve arp çalan yaşlı kadınların parmaklarından
Altın parmaklardan
Karatavuğun ve fırtınanın ıslık çalan parmaklarından
Limanların ve dans derlerinin parmaklarından
Bir mumyanın parmaklarından
Herculaneum'un son günlerinin ve batan Atlantis'in parmaklarından
Kuşkonmazın parmaklarından
Yüz dört derece sıcak parmaklardan
Donmuş ormanların parmaklarından
Eldivensiz parmaklardan
Bir arının konduğu parmaklardan
Karaçamların parmaklarından
Gecenin orkestrasında bir flütü aldatan parmaklardan
Hilebazların ve iğnedenliklerin parmaklarından
Romatizmanın çarpıttığı parmaklardan
Çileklerin parmaklarından
Yeldeğirmenlerinin ve açan bir leylağın parmaklarından
Dağ pınarlarının parmaklarından bambu parmaklardan
Yoncaların ve eski manastırların parmaklarından
Terzi tebeşiri parmaklardan
Guguk kuşunun ve yılbaşı ağacının parmaklarından
Medyumların parmaklarından
Tembih eden parmaklardan
Uçan bir kuşun fırçaladığı parmaklardan
Kilise çanlarının ve eski güvercinliğin parmaklarından
Engizisyon'un parmaklarından
Rüzgârı anlatmak için ıslatılmış parmaklardan
Mezar kazıcıların parmaklarından
Hırsızların parmaklarından
Geleceği söyleyen Okarina çalan ellerdeki yüzüklerin parmaklarından
Baca temizleyicilerin ve St.Loretto'nun parmaklarından
Rododendroların ve tavuskuşunun başındaki su fıskiyesinin parmaklarından
Günahkâr kadınların parmaklarından
Olgunlaşan arpanın güneş yanığı parmaklarından
Petrin Gözetleme Kulesi'nin parmaklarından
Mercan sabahların parmaklarından
Yukarıyı gösteren parmaklardan
Akşam karanlığının eldiveni üstündeki Tyn Kilisesi'nin ve
yağmurun kesik parmaklarından
Saygısızlık edilen Kutsal Ekmeğin parmaklarından
Esinin parmaklarından
Uzun eklemsiz parmaklardan
Bu şiiri yazdığım parmaklardan
Vítezslav NEZVAL
*
Okumuş Bir İşçi Soruyor
Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim?
Kitaplar yalnız kralların adını yazar.
Yoksa kayaları taşıyan krallar mı?
Bir de Babil varmış boyuna yıkılan,
Kim yapmış Babil’i her seferinde?
Yapı işçileri hangi evinde oturmuşlar
Altınlar içinde yüzen Lima’nın?
Ne oldular dersin duvarcılar
Çin Seddi bitince?
Yüce Roma’da zafer anıtı ne kadar çok!
Kimlerdir acaba bu anıtları dikenler?
Sezar kimleri yendi de kazandı bu zaferleri?
Yok muydu saraylardan başka oturacak yer
Dillere destan olmuş koca Bizans’ta?
Atlantik’te, o masallar ülkesinde bile,
Boğulurken insanlar
Uluyan denizde bir gece yarısı,
Bağırıp imdat istedilerdi kölelerinden.
Hindistan’ı nasıl aldıydı tüysüz İskender?
Tek başına mı aldıydı orayı?
Nasıl yendiydi Galyalılar’ı Sezar?
E bir aşçı olsun yok muydu yanında?
İspanyalı Filip ağladı derler
Batınca tekmil filosu.
Ondan başkası ağlamadı mı?
Yediyıl Savaşı’nı 2. Frederik kazanmış?
Yok muydu ondan başka kazanan?
Kitapların her sayfasında bir zafer yazılı.
Ama pişiren kim zafer aşını?
Her adımda fırt demiş fırlamış bir büyük adam.
Ama ödeyen kimler harcanan paraları?
İşte bir sürü olay sana
Ve bir sürü soru.
Bertolt Brecht
*
RÜZGARIN YIRTIK YERİ
Saçlarında şimşek parçaları, dilinde kırağı,
Sen kimin yetimisin,
Kimi bekliyorsun durduğun yerde?
Sağır bir günün sonunda dilsiz bir gece
Sarıp sarmalıyor seni,
Gökyüzü gıcırtıyla kapanıyor üstüne.
Bak ömrün yarılandı,
Karanlığı kullanmayı öğrenmelisin.
Yazısı akmış ıslak bir sayfa elinde,
Yara bere içinde morarıyor şiirlerin.
Artık tutunacak kimsen kalmadı,
Nasıl biliyorsan öyle düğümle zamanı.
Bütün ölümleri gör,
Birini evlat edin kendine.
Oysa sen, boş bir kabın taş darası.
Yine de denkleştirip gidiyorsun hayatı.
Tuzağa yem, hançere bağ oluyorsun.
Zehire katıyorlar seni, şair ne duruyorsun
Gemilere bin, trenlere atla.
Kimsenin umursamadığı, hiçbir işe yaramayan
Kaldır şu gereksiz tanıklığı ortadan.
Ne kadar tıkasan kulaklarını,
Duymamaya çalışsan
Göğsünde bir titreşimdir konuşmaları.
Görmesen seslerden anlıyorsun.
Kazdıkları çukuru, ördükleri duvarı.
Çakılısın buzdan çivilerle
Boynu bükük bir haçın üstünde.
Yerde buluyorsun kendini her sabah,
Yeniden gerilmek üzere,
Saçlarında şimşek parçaları, dilinde kırağı
Daha ne bekliyorsun durduğun yerde?
Katmerli yalanı gördün, yalınkat gerçeği,
Bilicinin ürpererek söylediği
Sevgi gereksinimlerini gördün kimilerinin,
Tırnaklarını denemek için
Yılanın deri değiştirmesini,
Gülüşün kurdunu, sineğini gözün;
Yüreğinde bir ağaç gürültüyle devrilirken,
Aksayarak yürüyen umudun arkasından
Gülün kanayan hüznünü gördün.
İşte tanıksın ölümün pazarlık ettiğine
Toptan ve perakende,
Pantolon ütüsünün keskinliğine,
Bozulup bütünlenmesine paranın,
Mevsimsiz bir çocuğun kekre yüzüne,
Yabancı işçiliğine martının
Deniz olmayan bir uzak ülkede,
Daha binlerce, binlerce şeye.
Yaz bunları ve imzala sana yetecekse.
Bana delik deşik bir yürekle
Pası küflü, çürümeyi söyle.
Yangın yerlerinin katran gözyaşlarını,
Bana göçüğün kırık kemiklerini,
Sancısını suyun, rüzgarın yırtık yerini
Ve bunlardan payına düşeni söyle.
Ne kadarı kaldı babandan,
Sen ne ekledin üstüne,
Acının sana getirdiği ürem ne?
Şair bana mutluluktan söz etme,
Beyaz baston kullanan bir dille.
İşte tanıksın daha nelere?
Testi gömüyorlar göğsüne eskisin diye,
Keçe gibi kimi zaman, parlatmak için
Bakır kaplara sürüyorlar seni
Şair hiçbir tansık bekleme,
Dolaş yıkıntılar, çöplükler içinde,
Sen ey gülünç ve deli mesih;
Ölmeyi bilmediğine göre,
Saçlarında şimşek parçaları, dilinde kırağı
Pelteleşmiş yapışkan haçını
Islık çalarak sokaklarda sürükle.
METİN ALTIOK
*
TARAFSIZ AYDINLAR
1
Tarafsız aydınları
yurdumun
sorguya çekilecek
günün birinde
en basit insanları
tarafından
halkımızın.
Soracaklar onlara
ne yaptılar diye
ağır ağır ölürken
ulusları,
tatlı bir ateş gibi
ufacık, bir başına.
Kimse sormayacak onlara
giysilerini,
uzun öğle uykularını
yemek sonrasında,
bilmek istemeyecek kimse
anlamsız uğraşlarını,
hiçlik konusunda görüşlerini,
nasıl para kazandıklarını
felsefe yaparak.
Sorguya çekilmeyecekler
yunan mitolojisi konusunda,
nasıl iğrendikleri konusunda
kendi kendilerinden,
korkuyla ölürken içlerinde bir şeyler.
Sormayacaklar
nasıl vardıklarını
doğrulara
yalanın gölgesinde.
2
O gün
basit insanlar,
tarafsız aydınların
kitaplarında, şiirlerinde
yer almayanlar,
her gün ekmek getirenler onlara,
süt getirenler,
çörek ve yumurta getirenler,
giysilerini dikenler,
arabalarını sürenler,
köpeklerine, bahçelerine bakanlar,
onlar için çalışanlar,
gelip soracaklar:
"Ne yaptınız
acı çekerken yoksullar
içlerindeki sevgi
ve yaşam sönüp giderken?"
3
Tarafsız aydınları
güzel yurdumun,
cevap veremeyeceksiniz.
Yiyip bitirecek sizi
bir sessizlik kuzgunu.
Yüreğinizi kemirecek
zavallılığınız.
Susup kalacaksınız
kendi utancınızla.
Otto René CASTILLO
*
NEYE BENZİYORLARDI?
1) Vietnamlılar taştan fenerler
kullanıyorlar mıydı?
2) Törenlerle kutluyorlar mıydı
tomurcukların açışını?
3) Sessizce gülme eğilimleri var mıydı?
4) Süs olarak kemik ve fildişi,
yeşim taşı ve gümüş takınıyorlar mıydı?
5) Destanları var mıydı?
6) Konuşmakla türkü söylemek arasında
bir ayırım yapıyorlar mıydı?
1) Efendim, yumuşak yürekleri taşa dönüşmüştü.
Taş fenerlerin bahçelerde güzel yolları
aydınlatıp aydınlatmadığı hatırlanmıyor.
2) Belki bir kez tomurcukları kutlamak için
toplanmışlardı,
ama çocuklar öldürüldükten sonra
tomurcuklar açmadı.
3) Efendim, yanık ağızlara acı verir gülmek.
4) Bir düş önce, belki. Sevinmek içindir süs.
Bütün kemikler kömür olmuştu.
5) Hatırlanmıyor. Unutmayın ki,
çoğu köylüydü; pirinç ve bambuyla
yaşıyorlardı.
Sessiz bulutlar çeltik tarlalarında yansıdığında
ve bayırdaki setlerde korkusuzca yürürken manda,
belki babalar eski masallar anlatmışlardır
oğullarına.
Bombalar bu aynaları parçalayınca,
ancak çığlık atmaya vakit kalmıştı.
6) Hâlâ türküye benzer bir yankısı
duyuluyor konuşmalarının.
Anlatıldığına göre türkü söyleyişleri
pervanelerin ay ışığında
uçuşuna benzermiş.
Kim bilebilir? Artık her yer sessiz.
Denise Levertov
*
TOMAS'LA VEDALAŞMA
Sanadır, kuşatılmış arkadaşım,
ak dağların berrak sularına,
batık gemi düşünün seni bağladığı yere
gider ayrılık şarkım.
Uyandım bugün
yelkenlerimde kanatlanma arzusuyla,
haberleşme mumları tutuyorum
duygusuz pusulanın gösterdiği
zaman limanına giderken gemi.
Dilimi rüzgara veriyorum
sözcüklerini gergin gergin tutmak,
taze acılarından bir şeyler alıp götürmek için
yaşamakta olduğun şaşkınlıkları paylaşmaya.
Yastığını yeşerten
bahar da yitti gitti.
Ayrılışımı kastetmiyorum,
artık yol almayan gemin için diyorum.
Anlıyorum seni kırık kanatlı kırlangıç,
isterdim Kastilya çeşmesine götürmek,
başa çıkabileceğin güçle donatmak.
Olaylara eğilmiş bir doktor olsam bile
onları değiştiremiyor, ancak anlayabiliyorum.
Bununla birlikte sihirli bir çözümüm var,
Bolivya'da bir madende,
belki de Şili'de, Peru veya Meksika'da
ya da yıkılmış Sonora İmpataratorluğunda,
Afrika Brezilya'sının siyahi bir limanında ya da
belki de her noktada bir kelime
öğrendiğimi sanıyorum.
Bu çözüm çok basit,
etrafıyla ilgilenme, saldır tepeye.
Birleştir genç ellerini yaşlı kayayla,
günden güne ufak dalgalar halinde
kıpırdayan kırmızı mercanlara nabzını daya.
Günün birinde, hatıram ufuğun ötesinde
bir yelkenli olsam bile
ve senin hatıran belleğimde demirleyen
bir gemi olsa bile
geleceğe doğru neşeyle yürüyen
ufuktaki kızıl yoldaşları gördüğümde
şaşkınlıkla haykırmaya başlayacak kuşluk vakti.
O korkunç ve beyaz soğukkanlı kötüler
şaşkınlığa uğramış gece gibi gerisin geri dönecekler.
İşte o zaman, dört duvar arasında
solgun şair,
evrenin şarkıcısı olacaksın
ve sen bahtı kara, ince ruhlu, hasta şair
halkın güçlü şairi olacaksın.
Che GUEVARA
*
SEVERMİŞİM MEĞER
yıl 62 Mart 28
Prag-Berlin treninde pencerenin yanındayım akşam oluyor
dumanlı ıslak ovaya akşamın yorgun bir kuş gibi inişini severmişim meğer
akşamın inişini yorgun kuşun inişine benzetmeyi sevmedim
toprağı severmişim meğer
toprağı sevdim diyebilir mi onu bir kez olsun sürmeyen
ben sürmedim
Platonik biricik sevdam da buymuş meğer
meğer ırmağı severmişim
ister böyle kımıldanmadan aksın kıvrıla kıvrıla tepelerin eteğinde
doruklarına şatolar kondurulmuş Avrupa tepelerinin
ister uzasın göz alabildiğine dümdüz
bilirim aynı ırmakta yıkanılmaz bir kere bile
bilirim ırmak yeni ışıklar getirecek sen göremeyeceksin
bilirim ömrümüz beygirinkinden azıcık uzun
karganınkinden alabildiğine kısa
bilirim benden önce duyulmuş bu keder
benden sonra da duyulacak
benden önce söylenmiş bunların hepsi bin kere
benden sonra da söylenecek
gökyüzünü severmişim meğer
kapalı olsun açık olsun
Borodino savaş alanında Andırey’in sırtüstü seyrettiği gök kubbe
hapiste Türkçeye çevirdim iki cildini Savaşla Barış’ın
kulağıma sesler geliyor
gök kubbeden değil meydan yerinden
gardiyanlar birini dövüyor yine
ağaçları severmişim meğer
çırılçıplak kayınlar Moskova dolaylarında Peredelkino’da kışın
çıkarlar karşıma alçakgönüllü kibar
kayınlar Rus sayılıyor kavakları Türk saydığımız gibi
İzmir’in kavakları
dökülür yaprakları
bize de Çakıcı derler
yar fidan boylum
yakarız konakları
Ilgaz ormanlarında yıl 920 bir keten mendil astım bir çam dalına
ucu işlemeli
yolları severmişim meğer
asfaltını da
Vera direksiyonda Moskova’dan Kırım’a gidiyoruz Koktebel’e
asıl adı Göktepe ili
bir kapalı kutuda ikimiz
dünya akıyor iki yandan dışarda dilsiz uzak
hiç kimseyle hiçbir zaman böyle yakın olmadım
eşkiyalar çıktı karşıma Bolu’dan inerken Gerede’ye kırmızı yolda
ve yaşım on sekiz
yaylıda canımdan gayri alacakları eşyam da yok
ve on sekizimde en değersiz eşyamız canımızdır
bunu bir kere daha yazdımdı
çamurlu karanlık sokakta bata çıka Karagöz’e gidiyorum Ramazan gecesi
önde körüklü kaat fener
belki böyle bir şey olmadı
….
çiçekler geldi aklıma her nedense
gelincikler kaktüsler fulyalar
İstanbul’da Kadıköy’de Fulya tarlasında öptüm Marika’yı
ağzı acıbadem kokuyor yaşım on yedi
kolan vurdu yüreğim salıncak buluklara girdi çıktı
çiçekleri severmişim meğer
üç kırmızı karanfil yolladı bana hapishaneye yoldaşlar 1948
yıldızları hatırladım
…
severmişim meğer
gözümün önüne kar yağışı geliyor
ağır ağır dilsiz kuşbaşısı da buram buram tipisi de
meğer kar yağışını severmişim
güneşi severmişim meğer
şimdi şu vişne reçeline bulanmış batarken bile
güneş İstanbul’da da kimi kere renkli kartpostallardaki gibi batar
ama onun resmini sen öyle yapmayacaksın
meğer denizi severmişim
hem de nasıl
ama Ayvazofki’nin denizleri bir yana
bulutları severmişim meğer
ister altlarında olayım ister üstlerinde
ister devlere benzesinler ister ak tüylü hayvanlara
ayışığı geliyor aklıma en aygın baygın en yalancısı en küçük burjuvası
severmişim
yağmuru severmişim meğer
ağ gibi de inse üstüme ve damlayıp dağılsa da camlarımda yüreğim
beni olduğum yerde bırakır ağlara dolanık ya da bir damlanın içinde
ve çıkar yolculuğa haritada çizilmemiş bir memlekete gider
yağmuru severmişim meğer
ama neden birdenbire keşfettim bu sevdaları Prag-Berlin treninde
yanında pencerenin
altıncı cıgaramı yaktığımdan mı
bir eski ölümdür benim için
Moskova’da kalan birilerini düşündüğümden mi geberesiye
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
zifiri karanlıkta gidiyor tren
zifiri karanlığı severmişim meğer
kıvılcımlar uçuşuyor lokomotiften
kıvılcımları severmişim meğer
meğer ne çok şeyi severmişim de altmışında farkına vardım bunun
Prag-Berlin treninde yanında pencerenin
yeryüzünü dönülmez bir yolculuğa çıkmışım gibi seyrederek
NAZIM HİKMET
*
BU YÜZYILIN ORTALARINDA
Bu yüzyılın ortalarında birbirimize döndük
Yüzlerimizin yarısı ve dolu gözlerle
Eski Mısır'dan bir sahne gibi
Bir an, öylece.
Saçlarını okşadım
Geldiğin yöne doğru,
Çağırdık birbirimizi,
Bilinmez kentlerin adını söyler gibi
Yol boyunca
Kimsenin uğramadığı kentler.
Şarap gibi
İnsanları içiyor dünya, ve sevilerini,
Unutmak için.
Unutamıyor
Ve Filistin tepelerinin etekleri gibi
Huzur bulamayacağız hiçbir zaman.
Bu yüzyılın ortalarında birbirimize döndük,
Beni bekleyen vücudunu gördüm gölgelerin arasında
Daha o zaman sıkılıyordu sırtımda
Uzun bir yolculuğun deri kayışları.
Ölümlü kalçalarına övgüler düzdüm,
Geçici yüzümü övdün sense,
Saçlarını okşadım gideceğin yöne doğru,
Sonunun peygamberi derine dokundum
Uykusuz ellerine dokundum
Belki bir gün şarkılar söyleyecek dudaklarına dokundum.
Çölün tozları kapladı
Üzerinde yemeye zamanımız olmayan masayı,
Fakat parmağımla
Adının harflerini yazabildim tozlara
Yehuda AMICHAI
*
ESKİ KENT
Çoğun dönerken eve
loş bir sokağından geçerim
eski kentin,
yansır su birikintilerinde solgun
ışığı birkaç sokak fenerinin
ve hep kalabalıktır yol.
Burda
meyhaneden eve ya da kerhaneye
gidip gelen insanlar arasında
burada
insanların ve malın
koca bir limanın döküntüsü olduğu
bu yerde
sonsuzluğu buluyorum
alçakgönüllülükle
Burda
denizcisi orospusu
ana avrat düz giden moruğu
işini uyduran kancığı
kızartmacı dükkânına mitili sermiş süvarisi
canı istediğinden içi içine sığmayan genç kızı
hepsi
yaşamın ve acının yaratıklarıdır.
Tanrı çalkalanır
onların da içinde
benim gibi.
Burda
sıradan insanlar arasında
düşüncemin arındığını duyumsuyorum
yolun en aşağılık olduğu yerde.
Umberto SABA
*
Herkes biliyor zarların hileli olduğunu.
Herkes biliyor iyilerin kaybettiğini.
Herkes biliyor dövüş önceden ayarlanmıştı.
Yoksullar yoksul kalır , zengin zenginleşir.
İşler böyledir. Herkes biliyor..
Herkes biliyor teknenin su aldığını.
Herkes biliyor kaptanın yalan söylediğini.
Herkeste babaları ya da köpekleri biraz önce ölmüş gibi buruk bir his var. Herkes cebi için konuşuyor.
Herkes biliyor..
Herkes biliyor anlaşmanın hileli olduğunu. Yaşlı siyah Joe senin kurdelelerin ve fiyonkların için hala pamuk topluyor. Herkes biliyor..
Leonard Cohen
*
Sıra Göller
Haşhaş tarlaları arasından geçeceksin,
Beyaz ve mor haşhaşları havaya savurarak
Yeni bir afyon bulacaksın kendine.
İşte o zaman beni unutma,
Şairini, onun şiir yazan ellerini,
İçine dizilen sıra gölleri,
Kendi kendine konuştuğun seni,
Her şeyi, hiçbir şeyi unutma.
Zakkumların arasından bir şehre gireceksin,
Aşk şiirleri, tabiat şiirleri, tarih şiirleri düşünerek
Bir dinamit yapacaksın kendine.
Korkma, ateşle onu.
Öldürecek nice balıklar vardır sularında,
Patlamayla dirilecek nice balıklar vardır.
İşte o zaman an beni, yaşa beni,
İşte o zaman unutma beni.
Hatırlanacak çok hüzünler bulacaksın,
Onların tohumunu havaya savurarak
Uzun bir yolculuk yaratacaksın kendine,
Her şeyin, hiçbir şeyin yolculuğu.
İşte o zaman an beni, yaşa beni,
Kıyılarda bile boğulan seni,
Bir saz kuşu olarak gezinen hayaletini,
Çeliğinden kemik oyan gövdeni.
İçinde bir kaçakçı yaşar senin,
Kayıkla dolaşır göllerinde,
Beynine tabanca ve şiir satar,
O kaçakçının bakışını sakın unutma.
Ülkü Tamer