Nice ayrılıklardan sonra 'kâlbe' sordular; 'Yare 'Kâbe' olmaktan vazgeçtin mi', dediki kalp: 'Kâbem yardan gayrı 'haccı' tanımaz, gecem 'yardan' gayrı 'ay' tanımaz; kavuşmak fani bir şey, lakin sadece o yare ahdım var, başka yar ahd-ı 'yar' a denk olmaz; unutmak rıyarkarlıktır, göçüp terkeylemişse dahi gökkubbeni, hiç bir alemde yarin dengi bulunmaz...(M.Zahir Kayan)
Öyle yürekten gözlerime bakma ey yâr..! Gözlerimin sende kalma ihtimali var. Gözlerim eğer sende kalırsa yâr, yüreğimin seni sevme ihtimali var, Yaklaşma bu kadar yürek tenime ey yâr..! ... Tenimin yanıp kül olma ihtimali var. Alıştırma varlığına bu kadar, yokluğunun yokluğum olma ihtimali Var.
Aşığın 'güzel' dediği ne olaki, yar mı güzel, yare bakanın 'bakışı' mı güzel, akla hayale sığmayan, yare isnad edilen 'düş' mü güzel, kim bu 'güzel'; yoksa bir anlık 'zevke' mi tapar aşık, fani bir masala mı inanır da 'güzel' deyince bir tüccara mı dönüşür aşık, ille de yardan arının peteğini mi bekler, kendisi 'çirkinlerçirkinidir' de yardan merhamet mi bekle; güzele apacık tapar aşık, lakin yarda kendi güzeline tapar aşık, kendi güzeli yarin zıddı mıdır ki, yardan gayrı bir başka güzel midir ki yar, yarda tapılan güzel yarin kendisi mıdır, kim bu güzel, nesi özel...(M.Zahir Kayan)
Bu gece düşlerimi seninle zenginleştiriyorum Zifiri karanlığa inat, Acımasız yokluğuna inat Bu gece koynunda uyuyorum senin! Küçücük oluyor korkular Matemler benden olabildiğince uzak! Bu gece odam seninle dopdolu sevgili! Yıldızlar düşüyor saçlarımıza Aşkın tadını duyuyorum damarlarımda Şehir uykudadır çoktan ''Ne istiyorsun şimdi?'' diye sorsan; Zaman dursun isterdim, sadece zaman Ve biz böyle kalsak, ben hiç uyanmasam, Sen hep burda olsan! Sensiz gök gürültüsünden korkan ben; Bu gece mutluluk delisi, haylaz küçük bir kız gibi Durulup sakinleşiyorum yanında Öyle mutluyum ki, öyle mesut, öyle bahtiyar Herşey istediğim gibi, ortalık süt liman. Düşlerim bitmesin istiyorum sevgili; Çünkü biliyorum ki; düşlerimin sonunda yine yok olacaksın! Ben yine sana ağlayacağım! Saatlerimi yokluğuna kurmadım sevgili Düşlerimi sana kurdum! Ne olurdu sanki Vakitsiz çalıpta seni benden almasın zaman!..
SERAP
Gitmeden Önce; Elveda
(lâ-edri! ../ merkad taşındaki kitâbe şeridini vehmeder güneş, / sırçası kırılmadan da duayla taçlanmış niyet uykularına yatılır. // kafanın içinde bi ur gibi taşıdığın şeyin nizâ'sı çün çıkar sessizce siyahlar kuşanmış yedi kat göğe, yerin yedi kat altında durmaksızın kükreyen su. / inadiye’nin karanlığında öylece unutulur, sınırsız- ma’sum ve çırçıplak boşluktaki keffâr’ını taşıyan edra’.../ kendi etini dişler senin için, sonrasızlığı yaşayan âdém-î hikâyesizler. / ve sırça, ve yâd ve kevkeb günbatımının sadâ'sıyla şeb'in ketumluğuna yenilirler. / şol dar-ı fena’nın bütün zamanları zulmetlidir! ../ zulmetli zamanlar kötüdür / güvenle saklandığın içindeki kampın eyvanında bir eey/vah bile değildir/ ki, ateş sönerse, kamp da bitermiş; kampa rûh veren ateşten aldığı yaşama sevinci iri besasa’sı ve onun îşkı ve hayatın bütün hülâsasının ağırlığında...// âbis denlidir.../ o yeğinlikli dem'de âbis denli arar raz û sırrını.../ işte ol menkıbe’den, kâlbe hüsn-ü hat ile nakş eder kanadığı ‘gül’ü bir yoksul dérvîş! ...)
“be lâ ve ene alâ zalike mineşşahidin”
/ yağmurlarla gideceğim arinna.../
artık küllendi zülfikar keskinliğine saklı on üç hasretim. ki çiğnediğim eşeysel ferman ve saldırılamaz şehrimin feryadı sende kaldı, şarabın kırmızısında boğulurken somatik mahzenim.
şiirkanatlı gölgeler bekleyip gecelerce; ayrılığın kıblesine dönmüş, kırılgan yalnızlığı gözlerimin. vebasına yenilmiş - devonik savaş baltalarının, hiç savaş görmemişken sevda gözeneği askerlerim.
uçup gitmiş tarihin başkentine canımın ağrısı, kilit altında sırrı saklı bir ateş şimdi yüreğimde ısıttığın kar yanığı ellerin.
hiç gitmemişken/ hattuşa’da yitirdim yüzünün ikonasını.
azraile sunulan tenimle/ sessizliktim eşzamanlı; dölyatağına geldiğim. geç kalmış akşam rüzgarlarının gadasıyla yüklü ölüm öncesi iyiliğine açılmış bu demir kapıya/ nasıl ki sessiz-sedasız geldim arinna/ öyle sessiz-zebansız gideceğim.
bugün hüznün düğünüdür, cennetin güneş tanrısı.
/ s ö y l e; _ a n ı l a r ı m ı z ı _ h a n g i _ t o p r a ğ a _ g ö m e y i m? ../
Gürkal Gençay
. : Fuzûlî, Kays'ın bütün aşkını yüreğine yükleyip hasret çadırında sevda çilesinidoldurttuğu Leyla'ya bir gece muma hitaben şöyle dedirtir: Gel ey gözü bağlı, bağrı dağlı; başı karalı, ayağı bağlı! Gel seninle ikimiz hem-nefes olalım ve yanan bağrının sırlarını söyleşelim. Nedir seni bunca ağlatan dert ve benzini sarartıp içini kavuran elem? Baştan ayağa nedir bu yanmak? Durmadan gönül derdine boyanmak? Aslın ne olaki; hayat suyun ateşten yaratılıptır? Her an yangınlardasın; hem ateşe boğuluyorsun, aynı anda hem suya! Ey seher kuşu, ne sihirler yapmaktasın ki, ateşin suyundan daha keskindir? İşte vefada ben sana benzemekteyim; hatta belki vefam senden nice kat ziyadedir. Çünkü ey kalbi eriyen, sen her gece yanıyorsun; bense her gece ve gündüz yanıyor ve eriyorum. Üstelik sende ah etmek te yoktur ama bende var! Senin için ne hoştur meclislerde yaşlar döküp içindekileri açığa vurmak. Üstelik senin gönlündeki, dilindedir daim. Ya ben ne yapayım, ney gibi inleyip dururken? Ben öyle her olur olmaz ile yoldaşlık edemem; başımı kesseler, sırrımı söylemem. Şimdi sana söyleyecek olsam derdimi, dayanamazsın, yanmaktan helâk olursun. İçin için yanan bu sırra benim gönlüm bile zor dayanırken, onu sana söyleyecek olsam ahımın ateşiyle kül olmaz mısın sanıyorsun? Bu vakitler, yanılıp yenildim de bu derdi o dildara söyledim. Ne çare bana yoldaş olmadı. Bu derde dayanamayıp sahralara düştü, kaçtı, uzaklaştı gitti. Onun için şimdi acılarımı senin yanında da açmayayım ki, sen de tıpkı o sevgili gibi kaçıp gitme benden.
Bağışla
sınanmış yürekle geldim yorgunsam durgun bir ırmak gibi beni bağışla
dağlar aştım çöl çiçeklerinden geçtim bulut oldum rüzgarlarla boğuştum yürek delhizlerine sızan bir damlaydım buhar oldum küçük derelerle aktım şelaleler bensiz akmadı bazen
yorgunsam durgun bir ırmak gibi umarsızsam bağışla
ayışığı sakladım içimde böğürtlen kokusu derin uykularında yüzüne dokunan yeldim seni hiç unutmadım
mitinglerden geçtim can pazarlarından kaç can verilir ömür denilen kucakta
öyle derin bakıyorsam anla beni
sığıntınsam bağışla
hayat denilen durgun bir sudur bazen sokak ortasında terk edilen resim dönmek umuttur bilesin sana geldim beni bağışla
Gülcemal Durdu
Biz Aşkı Uğurladık
İkiz bir yalnızlıktı sevdanın doğurduğu, Şimdi gözlerimizde ısıtılmış bir buğu,
Soysuz bir sancı gelip tuz bastı yaramıza Bir ayrılık türküsü serildi aramıza
Yaralı düşlerimiz kanamadan ölüyor Serseri bir heyelan bizi bizden bölüyor
Mülteci oldu sevinç yer arıyor kaçacak Bir hüzün eşkıyası şakağından vuracak
Her gün bir yaprak daha takvimden düşüyoruz Bir küçücük yel esse mum gibi üşüyoruz,
Gökyüzünden fişekler yağıyor üstümüze, Yıldız yüzlü çocuklar ağlıyor büstümüze,
Bizden geriye kalan yıkık harap bir şehir, Eksi kırk derecede buz kesmiş iki nehir.
Sevda yüklü trenler uğramaz garımıza Hangi çılgın kelebek konar rüzgârımıza
Hangi yağmur yıkayıp silecek ahımızı Ve hangi sabi sabah çeker günahımızı
Kendi ellerimizle, biz aşkı uğurladık Gitmek istemedikçe inat ettik, zorladık
Aşk artık bir şarkının içli nakaratında Bir gecenin en hain, en insafsız katında
Ne yapsak çok geç artık, dualar da zamansız Keder bir kurt misali içimizde amansız
Şimdi bir karanlıktan ölmeyi umuyoruz Ve sefil bir uykuya son kez göz yumuyoruz
İkiz bir yalnızlıktı sevdanın doğurduğu Bu kaçıncı mavidir kör kurşunun vurduğu.
S.U.
11.01.2010
Serkan Uçar
Bir gece pervane böcekleri toplanmış, bir mumu nasıl bulabileceklerini tartışıyorlardı. İçlerinden biri dedi ki:
- Hepimiz birden gidip boşuna yorulmayalım. Birmiz gidip mum bulsun, sonra gelip bize haber versin.
Bir pervaneyi seçip gönderdiler. Gönderdikleri pervane böceği uzakta bir köşk, köşkün içinde de apaydın bir mum gördü, döndü geri geldi. Gördüğü, anladığı kadarıyla mumu anlatmaya çalıştı.
O topluluğun içinde yaşlı bir pervane de vardı. Gönderilen pervaneyi kınadı.
- Senin mumdan haberin bile yok, dedi.
İkinci bir pervaneyi gönderdiler. Bu sefer ki , kendini muma şöyle bir attı, sonra etrafında dönüp geri geldi. Mumdan bahsetti,ona nasıl kavuştuğunu anlattı.
Yaşlı pervane onun da sözünü kesti;
- Azizim senin bu anlattığında da mum değil. Sen de öbürüne benziyorsun, anlamadığın şeyi nasıl anlatacaksın?
Son gönderdikleri pervane ise mumu görünce sarhoş oldu adeta. Sevinçle ateşe atıldı, ateş tepeden tırnağa sardı onu. Bütün vücudu kıpkırmız oldu.
Diğerlerini kınayan yaşlı pervane uzaktan mumun bu pervaneyi onurlandırıp kendi rengine boyadığını görünce;
- İşte bu işi yalnız o başardı, dedi. Kim nerden bilsin, mumdan yalnız onun haberi var.
Bu dünyada gerçeği bulan; her şeyden vazgeçen, dünyadan bihaber kişidir. Sen de candan, cisimden uzaklaş ki canana yaklaşasın.”
Böylece cesur pervane kapıldığı ilahi aşkın cazibesiyle fenafillah makamına ulaşır ve benliğini ateşin varlığında eritir. Artık o ateşten gayrı bir şey değildir.
“Alev alev yanan bir ateştir dünya. Her an bir başka bölük halkı yakar. Onun ateşi şiddetlenip alevleri göğe ondan kaçabilirsen yiğitsin., arslansın. Arslanlar gibi cesaretli ol. Yoksa pervane böceği gibi atıl içine, yan gitsin!”
Şem u Pervane (Mum ile Pervane) Mantıku’t Tayr’da Hüthüt kuşunun diğer kuşlara anlattığı hikmet dolu hikayelerden sadece bir tanesidir. Simurg’a giden zorlu yolun “yokluk vadisi”nde anlatır klavuz Hüthüt kuşu bu hikayeyi.
Gerçekten yokluğu, yok olmayı, sevgiliyle vuslatı öyle güzel anlatır ki bu kısacık hikaye, başka söze gerek kalmaz adeta. Bu yüzden tasavvuf edebiyatımızda bu kadar köklü bir yer edinebilmiş, bu yüzden ağızdan ağıza dolaşmıştır yüzyıllarca… Öyle ya, neden kitaptaki sayısız hikayelerden bir diğeri değil de, Pervane’nin hikayesi hep dilimizde? Çünkü öyle kısa ve öz anlatır ki “ilahi kavuşmayı”, öyle güzel bir örnekle akıllara kazır, öyle güzel hikayeleştirir ki her şeyi… Üstelik de herkesin anlayabileceği bir dille yapar bunu. Bu yüzden daha nice yüzyıllar bu hikaye bitmez, bitemez. Her yüzyılın insanları yeni bir şeyler ekler bu hikayenin üzerine, arttıkça artar bu hikaye…
Pervanelerin yüzyıllardır hiç tükenmediği ve hiçbir zaman tükenmeyeceği gibi…
Ateşin hiç sönmediği ve hiçbir zaman sönmeyeceği gibi…
Bu hikaye de tükenmez daha nice yüzyıllar.
Arttıkça artar pervaneler, büyüdükçe büyür bu ateş…
Bir gün her şey yanıp da kül olana dek,
Bir gün her şey “yok” olana dek…
.
SUSKUN : Sus, kimseler duymasın, Duymasın, ölürüm ha. Aymışam yarı gece, Seni bulmuşam sonra. Seni, kaburgamın altın parçası. Seni, dişlerinde elma kokusu Bir daha hangi ana doğurur bizi? Ruhum... Mısra çekiyorum haberin olsun. Çarşıların en küçük meyhanesi bu, Saçları yüzümde kardeş, çocuksu. Derimizin altında o ölüm namussuzu... Ve Ahmedin işi ilk rasgidiyor. İlktir dost elinin hançersizliği... Ağlıyor yeşil.
Rüya, bütün çektiğimiz. Rüya kahrım, rüya zindan. Nasıl da yılları buldu, Bir mısra boyu maceram... Bilmezler nasıl aradık birbirimizi, Bilmezler nasıl sevdik, İki yitik hasret, İki parça can. Çatladı yüreği çakmaktaşının, Ağıyor gökkuşaklarının serinliğinde Çağlardır boğulmuş bir su... Ağıyor yeşil.
AHMED ARİF .
Feryad-ı İsyanım (Kayıp Destanı) Mem nelere gark olmadı Zin’in ateşi için Ferhat dağlar delmedi mi Şirin'in düşü için Kusur ise her saniye her yerde seni anmak Mecnun az mı yemin etti Leyla’nın başı için
Sesi yorgun gözlerinden uykusuzluk seçilir Görkeminin zerresinden Ağrı Dağı küçülür Gecelerin kollarında leblerinin bal suyu Aydan dökülürcesine kana kana içilir
Uykularından kopardım hoş geldin mihmanımsın Artık geri dönüşü yok ahımsın eyvahımsın Elâlem ne derse desin hiç umurumda değil Akıbetine razıyım sevabım günahımsın
Sana yine sana yandım Nesimî'de dün gece Gözlerinle yüzüleyim bend olayım Hallac'a Öyle hüküm buyurmuşlar tanrılar divanında Ha ben sana yollanmışım ha Muhammed mi'raca
Cümle cihan güzelleri yüzlerine ben örsün Gözlerin balyozu oldu içerimdeki örsün Ruhumdaki fırtınalar Merih'i usandırdı Nuh'a haber eyleyin de gelsin de tufan görsün
Yokluğuna dayanamam ahım arşı boyladı Gölgeni Nil'de görmüşler piramitler söyledi Hele bir bak şu sevdaya kimler yanmış ben gibi Dediği üzre Yunus'un 'gör beni aşk neyledi'
Son duraklarda beklerdim sonun olsaydı senin Neler verilmez ki yerim yanın olsaydı senin Çıkar kınından ne olur kirpiklerinle bile Çal sineme gözlerini aşkına şah Hüseyn'in
Harikalardan biriymiş diyorlar Çin seddine Seni görmeden hükmetmek kimin düşmüş haddine Ulu divana baş vurdum dönsün diye Bağdat’tan Ol sebepten ahvalimi arz ettim Bedreddin'e
Gamzelerini görseler bülbüller de lâl olur Aşklar ülkesi sarsılır korkunç ihtilâl olur Beklenmedik bir zamanda ölür isem sebebi Beni eritip bitiren sevda-i iclâl olur
Kahreden ateş bilinem yananı sen olsaydın Nal olurdum aşk atına bineni sen olsaydın Deseler ki şu kadehte ağu var içen ölür Bir solukta bitirirdim sunanı sen olsaydın
Belki de hatırlanırım ararsın şimdi nerde İzim deryada damladır köyüm Hatçepınar'da Bizim köyün kıyısında Dilav suyuna uğra Hangi çobanın kavalı ağlıyorsa ben orda
Tanrılar yaratan Zerdüşt serdarıdır aslımın Mazdek Hürrem nişanıdır inancımın neslimin Dersimli Seyyid Rıza’ya ağır selamları var Himmeti var gayreti var Horasanlı Müslim'in
Seni tanrılara sunam keremetin görünsün Nazar eden köryılandan beter olsun sürünsün Dağlar naz yapmaya aday insafını bağışla Bağışla ki gözlerinde eşkıyalar barınsın
Söyler misin anlar mısın ah çekerin suçu ne Bulutlardan damlar gibi düştüm girdap içine Ay bulandı güneş kustu yıldızlar beklemede Artık yolla gözlerini yolla Çin-u Maçin'e
Titanik'ten son sesleri alizeler getirdi Son seslerin son demini balinalar bitirdi Her yerde terör estiren sabıkalı gözlerin Bermuda’yı kamçılayıp Atlantis’i batırdı
Toprak sudan bülbül gülden dost dosttan bulur deva Dârâ'dan çok önce seni ağırlamış Ninova Benim ömrüm yanan roma senin gözlerin Neron Örste demir dövmededir şimdi Demirci Kawa
Melekler ipekyolu'nda aryaları gözledi Yeri göğe ayı güne seni bana sözledi Ilık bir güz akşamıydı yine senin yüzünden Koçero Harran’a doğru atını mahmuzladı
Kirpiklerin yeni değmiş kaşların firik başak Ay ışığı az geliyor hadi gözlerini yak Fesatların hasetlerin eli kına görmesin Terk-i canan eylemeden Şahmeran'a danışak
Keşke gelmez olaydı böyle bir hâl başıma Temaşaya meraklılar toplandı el başıma Herkesin dilinde şarkı elinde yarin eli Artık yine sensiz artık yalnızım kul başıma
En yorulmaz yolcusuyum müptelası bu yolun Ben zamanla boğuşayım sen seyreyle sen salın Kor alevler buz kesilir gördüklerinde beni Bir sensizlik yakar bir de hasreti İstanbul’un
Sen ey gönüller sahibi ey yüzleri gök zemin Ey deryalar şahanesi sen ey gözleri kimin Düzgün Baba hatırına Munzurlar'a mihman ol Mihman ol da güneşlensin yaylaları Dersim'in
Gözlerinin dokunduğu her mekân memleketim Bakıver de uzamasın gurbetim esaretim Ahmed Arif hasretinden prangalar eskitmiş Beni böyle eskitense prangalı hasretim
Umutların menzilinden uzaklara atılmış İki cihan mucizesi ilâhlara katılmış En amansız gecelerde aynalar yine suskun Perçemi yüzünü gizler sanırsın ay tutulmuş
İmanım varsa kaşların, kirpiklerinse dinim Muhammed Kâbe'ye döner, benimse sensin yönüm Musa meşhur asasıyla, çarmıhı ile İsa Bütün hepsi senin olsun, senin gözlerin benim
Senin yüzdüğün sularda ayrılık ölümü yur En son yolcun ben olayım bekle biraz gitme dur Beni İstanbul’a götür ya da İstanbul getir Dokununca Nazım’ın ellerini yakan vapur
Gördüklerin sensizliğin dayanılmaz göçüdür Sıla gurbet gurbet sıla birbirinin içidir Ne aradın ne de sordun ben nerede neylerim Kara Fatma Kara Yılan senden şikayetçidir
Bilirsin ki sevenlerin ayrılığı kâbustur Tahir'i Zühre’ye bahşet zemmedenleri sustur Sen istesen Sina Çölü bin çeşit çiçek açar Suya sudan köprü kurmak yalnız sana mahsustur
Bazen kırmızı karanfil zakkum mereti bazen Sevmeyenleri şad edip sevenlerini üzen Ağlayanın güleninden misli misli fazladır 'İşte gidiyorum çeşm-i siyahım' diyen ozan
Bahçıvanlar kır bayırda boz kevene gül aşlar Ol sebepten didelerden eksilmez kanlı yaşlar Sana yanar sana susar sana acıkır sana Ehl-i Haklar, Kakailer ve mağrur Kızılbaşlar
Meri keklik Binboğa'dan Çukurova’yı süzer Yörüklere konuk olur yaylalarını gezer Al'Osman'a diklenenler Göv Osman'a kul oldu Avşar ellerinin hali Dadaloğlu'nu üzer
Sana sevdalıdır diye Pir Sultan asılırken Kadılar bayram ettiler Hızır’a susulurken Bilcümle taş kesildiler sözde Itır sevenler Kirli sarı bir bıçakla Nergisler kesilirken
Senin rengin tüm renklerin şahı padişahıdır Senin ahın tüm ahların kahredici ahıdır Yıllar gün misali geçti asırlar ay misali Herkes kendi âleminde bu neyin eyvahıdır
Yüreğim atom yüklenir sesini duyduğum an Dört kitap çaresiz kalır el-aman aman aman Başka biri yapar mıydı Eyyub'a sabır verdim Ay kendini kuşatıp da gece sustuğu zaman
Arzu'yu Kamber'e yolla bayram seyran etsinler On emiri on bir eyleyip Tur'da semah tutsunlar Lûtfeyle de Eshab-ı Kehf açsın kapılarını Yediler'e yoldaş olup yedi asır yatsınlar
Güzelliklerin mimari cennetlerin ustası Misk-ü amberli cemlerin vazgeçilmez bestesi Dört kapı kırk makam mağdur mecbur olsa da sana En çok Zerdüşt yanar bir de Zerdüşt'ün avestası
Tay Dağı'ndan Kafdağı'na bakışların gerilmiş Nazlarını çekemiyor arap atlar yorulmuş Yol bilenler hâl bilenler sırrın sual etmişler Nesimî Hallac-ı Mansur Şah Hatayi darılmış
Gel de dal tomura dursun daha uzansın elim Eski dostu yarenleri gel de çağırsın dilim Bir 'he' desen ben Sırat'ı tez geçerim kıratla Köroğlu tek vekilimdir Kiziroğlu kefilim
Ay ışığı bilâdestur rüyalarıma dalar Kuşkularımı bağlamış uykularımı yolar Daha kuşlar uçamazken nergisler açamazken Bir sen vardın gülümseyen bir sen bir de inkalar
Gözlerinden uzak olmak inan beni bitirir Gider de gelmez bilirim yıllarımı götürür Bir sonbahar yaprağı ol dalı ver kuşun çekme Kızılırmak incitmeden seni bana getirir
Ağuları yıllandırıp içirdin yudum yudum Ahvalimi anlar diye Baba Üryan’a dedim Karıncayı gözlerinin karasından vuran ben Çok saldırdım ruhumdaki seni öldüremedim
Yerim yurdum meçhul oldu neredeyim şaşmışım Kafdağını turnaların kanadında aşmışım Kanlılar kandan vazgeçer üçler beşler aşkına Sen de bir gün Maraş’tan geç ocağına düşmüşüm
Bana gözlerini gönder sakın ha olmaz deme Kime yanam dertlerimi yalnızlığımı kime Bir başıma kâbuslarla boğuşurken ansızın Hayallerin şeref verdi dün akşam viraneme
Hicran son arifesinde yolculuk var makbere Siyabend'i öldürdüler Xece ölmek üzere Ab-ı hayat çeşmesidir leblerin esirgeme Ne o tanrıya minnet et ne de dal tevekküre
Bulutlar yağmur yorgunu ufuklar ateş yüklü Bir damla ateşte derdim senisizliklerim saklı Yedi kıtaya dağılıp elleri boş döndüler Huma kuşu intizarda turnalar ağlamaklı
Sana sunulmaya hazır gökkuşağı destimde Emrine amade olmak hayran olmak kastımda Gözden ırak alemlerde yitik insanlar gibi Ha ülkeler zaptedilmiş ha gözlerin üstümde
Hal bilmeze yoldaş olmak yola zulüm değil mi Cevreyleyip gönül kırmak dile zulüm değil mi Ömründe bir defa bile gül koklamamışların Bahçıvana saldırması güle zulüm değil mi
Şarkılarını dokudum senle geçen her anın Sebebi katili olma yorgun yaralı canın Sen de anlamazsan beni sen de gider gelmezsen Şikayet ederim seni Şah'ına Pir Sultan’ın
Sürmeleri yel götürür gözlerine güneş çek Yağmur yanak rengin yağsın bulutlara kına ek Lübnan yeniden kurulur yine şenlenir Beyrut Ama senin gözlerinin savaşı bitmeyecek
Yeter çektiklerim yeter benden beter olası Yusuf'u kahretmedi mi Züleyha'nın çilesi Yüzün suyu hürmetine binboğalar and içer Ol diyarda vekilimdir Diyarbakır Kalesi
Karda kan damlası rengi yüreklerde ölmezin Ne hükmü var ne kıymeti gidip geri gelmezin Dost Fuzulî mest Fuzulî mayaları anlatmış Sızıları Zap Suyu'nda Siverekli Yılmaz’ın
Bana renklerini uzat uzat ellerimi tut Tut ki gönüller şenlensin tut ki yeşersin umut Kervanlar yollara düştü Şam'dan Darüsselam'dan Doğuver de incinmesin mahcup olmasın Nemrut
Sırrın dirheminde tutsak arzuların ağlaşır Bıçkın kaçak hislerinde gece-gündüz bağlaşır Bir elinde Van Gölü var bir elinde Urmiye Damlasını sürgün etsen nurhaklarda çağlaşır
Duyar mısın İnce Memet Toroslardan seslenir İki canlı Hatçesiyle doruklara yaslanır En onulmaz en insafsız en çaresiz ağrılar Gözlerinin feri değse iflah olur uslanır
Senin olmadığın yerde benim yokluğum başlar Hayallerim yola düştü arandı dağlar taşlar Hayyam çorak yüreğime bir kaç damla dem serpti Periler Cudi Dağı'nda izine rastlamışlar
Sen pervasız çığlıklar at ben kahrolam ben üzgün Sen kırklarda demlenedur ben beklemekten bezgin Deryaların kucağında cem tutar semazenler Düşlerim dağlar başında düşlerim dolu dizgin
Seni Dicle beni Fırat resmetmiş güneş ya rab Güneşin vekili aya yıldızlar olmuş turab Bizleri merak edenler aydan izin alsınlar Bir başkadır yıldızlardan görülse Şattü'l-arab
Yağmur yüklü bulutlardan ruhunu koklayışım Çağları tedirgin etmiş ömrünü saklayışım Eyyub'un sabrı tükendi tükenmiyor nedense Ne senin gelmeyişlerin ne benim bekleyişim
Gözlerinin damlasıyla çölde gül yetiştirdim Sam yelleri yenik düştü sesinle çatıştırdım Gölgenin düştüğü yerden bir avuç sönmüş külü Serptim derin uykularda Kerem'i tutuşturdum
Dilek ağacına gittim sesini bağlamışsın Islaktı dallar yapraklar hıçkırıp ağlamışsın Karac'oğlan hayıflanır Hayyam duysa gücenir Bulanık göl sularını şaraba yeğlemişsin
Düştüm dipsiz kuyuların en zifiri yerine Sarkıt gözlerini durma muhtaç oldum nârına Semiramis haber salmış zümrüd'ü-anka ile Davetliymişiz Babil'in asma bahçelerine
Sesi mavi rengi esmer bu diyarda sazların Geceleri parlamaktır töresi yıldızların Dağlar uykulara daldı okyanuslar uykuda Beni sabahlara boğan senin deli gözlerin
Teninin saçtığı nurdan güneş bile utanır Söyle seni benden başka daha iyi kim tanır Sevdalıların tarihi ıstıraba büründü Seni arzular kıskanır seni Aslı kıskanır
Yanarım ah çeker gibi çekerim nazlarını Canını canıma değdir tutuştur közlerini Bir bilsen bir bilebilsen hallerim pemperişan Merhem ol yarelerime gizleme yüzlerini
Düşlerimle savaşarak gün be gün yordum seni Hayallerimle kuşatıp ruhuma kordum seni Dediler ki aradığın şaraba yoldaş oldu Yanıbaşımda bekleyen Hayyam'a sordum seni
Daha mecalim kalmadı bitti bu son çağrı gel Gel ki yokluğun tükensin tükensin bu ağrı gel Köroğlu'dan kıratını istesen sana verir Seni Nemrut'a beklerim her sabaha doğru gel
Aşıkların sırdaşıdır Dicle gizemli akar Siti muradına erdi Botan seyrana çıkar Kör olası kinli beko keyfinden dört köşedir Mem Zin'i Zin Mem'i yakar tacdin evini yakar
Serbest geceleri giyin korkularını sıyır Yudumla ki mest olasın şarabı sudan ayır Çöl su ister lâl dil ister gözlerini isterem Vermeyenin iki yüzü ben garibanı doyur
Haramiler cirit atar kaynağında bu nehrin Dudaklarını savur ki hükmü kırılsın zehrin Bir bakışın bir taburdur gönder ordularını Sana mecburiyeti var yedi tepeli şehrin
Kudretinden sual olmaz can verir can alırsın Ya ömrü saadetim ya da Azrailim olursun Mecnun'un yerine sordum dediler Allah bilir Ben nerede ne olurum onu da sen bilirsin
Bir yanımda yarasalar işitir ağıtları Halepçeli bir çocuğa taşıtır ağıtları Küllerim Ağrı'da çığdır tüterim çığlık çığlık Sivas'ta tutuşan ateş kuşatır ağıtları
Gözlerinin beşiğinde rüyalarım sallanır Zehri kana zerk etseler damarında ballanır Gılgamış küçük asyanın sensiz fotoğrafıdır Yaşar Kemal'in dilinde Anadolu dillenir
Ben dostumu hak bilirim hakkı bilir dost beni Tanrıların sofrasına çağırır bir dest beni Nesimî'nin derisinden sızan şarabı tattım Damlasına dilim sürdüm bir hoş etti mest beni
Hallac olup taşlandılar hak ruhunu tadanlar Zal'ın elinden savruldular riyakârlar nadanlar Aşkı şehvete boğduran ummi nebi misali Zul'm ile serdar oldular nefse biat edenler
Hakkı sırda sır olanın sor kendisi necidir Aklı mahrum ruhu kanlı her kelâmı acıdır Baba Üryan yana yana der ki aman uzak dur Gönül gözü görmeyenin Allah'ı kıyıcıdır
Saçlarından dökülüyor yıldız yıldız sırmalar Düştüğü yeri yakar da sırlarımı tırmalar Kör karanlık bir gecede cürm-ü meşhut dediler Gözlerinde saklanıyor beni ele vermeler
Yaslı doruklardan güler sağlarımıza kaçak Bir tılsımlı anahtardır bağlarımızda kaçak Tiksinirim siliklikten mıntıkama uğrama Bize kaçaklık yakışır dağlarımıza kaçak
Gel de bülbüller kıskansın gel de güller serpilsin Gel de ahrimanlar yansın gel de allar serpilsin Istıraplar diyarını baykuşlara hibe et Gel de Emekçiyi güldür gel de diller serpilsin.
Söyle sevgili... Ne kadar özlersin beni; / hatırladığın kadar mı? ..
Söyle sevgili ne kadar? ..
Ezberindeyim / düşler içerisinde gördüğün düşlerinde mi? .. Ya da hem gece, hem gündüzünde mi? ..
Söyle sevgli; Ne kadar aklındayım, Ne kadar yüreğinde? ..
Yokla istersen sol yanını, Kurcala hafızanı? .. Bak bakalım ne kadar sendeyim ve ne kadar gerçeğinim? ..
-Nazlı Akın- .
Mutlu Aşk Yoktur / Aragon / Çeviri
Bir şeye gerçekten sahip olamaz adam Ne yüreğine, ne güçsüzlüğe, ne güce Açtığında kollarını gölgesi dönüşür haç’a Mutluluk, parçalanır sarmaya çalışınca Garip ve sancılı bir ayrılıktır yaşam
Mutlu aşk yoktur
Hayatı silahsız insanlara benzer aynı Hazır edilmişler değişik bir kadere Sabah niçin erken kalkarlar boş yere Kalacaklarsa akşam kararsız ve avare Söyle bunları aşkım ve tut gözyaşlarını
Mutlu aşk yoktur
Güzel aşkım, tatlı aşkım, incinmiş can İçimde taşırım seni yaralı kuş gibi adeta O bizi anlamaksızın izleyenler var ya O söyleyenler sözcüklerimi ardım sıra Öldü senin parlak gözlerinde daha o an
Mutlu aşk yoktur.
Vakit yok artık hayatı öğrenmeye Gece, ağlasın yüreklerimiz beraber En sıradan şarkı nice felaket ister Nice pişmanlıktır bir ürperiş için değer Nice hıçkırık gerekir gitarla bir nağmeye
Mutlu aşk yoktur.
Acıtmayan aşk yoktur Aşk yoktur ki yaralamasın canı Aşk yoktur ki soldurmasın insanı Ve hiçbiri büyük değildir sevmenden vatanı Gözyaşı akıtmayan aşk yoktur
Aşk yoktur mutlu Bizim aşkımız fakat bu.
Louis ARAGON
Osman TUĞLU çevirisi
Her Gönül bir Tek Sevgiliye Dönüktür Aslında.. Lakin kıblesi Yanlıştır.. Bulduğunu Sandığı Şey Gerçekte Aradığı Değildir.. Kimisi Gül Yüzlü bir Güzele Meftun, Kimisi bir Ceylan Bakışlıya Mecnundur.. Bazısı dünyaya Kanmış, Bazısı Mala Mülke Aldanmıştır.. Oysa Her biri Aslında bir SEVGILI Tarafından Sınanmıştır.. KaYs
Nazlıcan
Gecem infaz doludur, Gün ağarırken. Bakışlarında yargıladım, Seni nazlıcan. İlmigin en yağlısından, Ucunda pirsultan. Deniz mavide batık bir anka, Küllerinden doğacak gibi. Ve sen, Suskunluğuma asılı ümitsin, Alageyik aşkıyla bağlayan. Gözlerinde asılasım gelir ansızın, Nazımın İstanbul sevgisince. Al şafağında, Yırtık sevdalarını süpür, Bütün devrimlerin nazlıcan. Sarı saçlı adam gelmez artık, İnsanlık koynumda yılan. Kör kurşun canevimde gezinir, Ninnilerim yetim şimdi nazlıcan. Kınaya banık ümitlerim, Telli duvaklı gelin olmuş, Ağıtlar uğurlar albayrakla nazlıcan. Bir yanık türküyüm ben, Sol yanım hep acıyor, Yalnızlıgım içimde topallıyor. Kavruk başak ektigim ümitler, Sen gittin gideli toplanmıyor nazlıcan. Beyaz sayfalar karanlık kokulu, Otlarla bezenmiş. Suskunlugu asalet saydım, Kalemi kurşun bir şairim, Dillerim Lâl şimdi nazlıcan.
İrfan Karabulut
Düşüncelerim, ipliği kopan tesbih taneleri gibi dağılıveriyor sensiz… Şimdi gözyaşlarımdan inci yapmak isterdim sana… Keşke yanımda olsaydın… Kelimelerim şelâleleşiyor ne zaman sana dair bir şeyler yazmaya kalksam… Yanan alnım, müşfik avuçlarına ne kadar da muhtaç bilemezsin… Beni ne kadar ateşe versen de, hiçbir hatıramız küllenemez, bunu bilesin… Zümrüd-ü Anka gibi kendi külümden doğar ve katar katar Turnalar gibi yine kanat vurarak yine revan olurum yollarına…
Gözlerimde bir mahmurluk, sensiz uykularımda arda kalan… Sinemde yumru yumru yutkunamadığım bir sıkıntı… Nefeslerim yetmez oluyor artık şu garip canıma… Ve ben gözlerimi tavana mıhlamış, bir tek seni düşünüyorum… Alnımda boncuk boncuk soğuk terler… Kulağım işitmez oldu artık, sesinden gayri her ne var ise şu âlemde… Göz kapaklarım tutulmuş, hayalin perdelenmesin diye… Artık gözyaşlarımda hasretlik tuzu bile kalmadı acılarımı ılık ılık dindirecek…
Kanım donuyor… Bir de üşümedir işliyor ruhuma apansız… Sıcağın yok ki yanımda… Ve ardından sabah oluyor, yine bin bir eza ve cefa ile kahroluyorum işte! O ayrılıktan kahroluyorum… Biliyorsun, hünkârım sensin… Sevgilim ve mabedim… (sensin). Muradım; yedi göğün mevlâsı; bizi, bu kahırdan azat edesin…
Kelebekler senin yüzünün değdiği bahçelere yayıyor kanatlarını. Şu dar göğsümün kazasından çıkmaya çalışıyorum. Sonsuz genişliklerin sırrı iki dudağının arasında saklı. Bir kelâm söyle ne olur! Her hecenin tınısında duymak istiyorum. Rüzgarlar savursun beni, yağmurların hepsi alnıma düşsün, taşların hepsi göğsüme düşsün. Senin ayaklarını öpen kocaman bir dağ olayım. Çöller savrulsun, dağlar aradan çekilsin, yokuşlar ve inişler bitsin ki yürüğün yollara toz olayım. Çöldeyim, susuzum. Kuyularda Yusuf’um. Sözlerin bana Züleyhâ. Ateşlerde İbrahim’im. Gözlerin ban derya. Sancılar içinde Meryem’im. Bakışın ban İsa. Yaralar içinde Eyyub’um. Hasretin bana şifa. Ölüler içinde bir ölüyüm. Ellerin bana musalla.
Ey kalbimizde olan nur! Gel didinmelerimin ve arzumun sonu gel. Hayatımızın senin elinde olduğunu biliyorsun. Hayatı, kullarını sıkıntı yapma gel. Ey aşk! Ey maşuk! Engelleri aş ve inadı bırak da gel. Ey Hüdhüdlerin sahibi olan Süleyman! Lütfedip de bizi aramak üzere gel.
Ruhlar senin kaybolmandan ötürü inleyip feryat etmedeler; miadını doldur da gel. Ayıplarını ört, iyilikleri saç. Cömert olanların âdeti de böyledir gel. Farsça ‘gel’ nasıl derler? ‘Biya’mı? Ya gel veya bizim davetimize hak ver de gel. Geleceğin zaman muradımız ne de açılır. Gelmeyeceğin zaman da muradımız ne kesat olur; gel. Ey Arabın Kürşadı! Ey İran’ın Kubad’ı! Kalbimi hatıranla fethedersin gel. İçim sana gel deyicidir. Ey varlığından olacak olan varlık, gel.
Gittin ya. Kalsan ne güzel olurdu, gitmişin neye yarar? Sen gittin ama bak senle ilgili olan bir şey bende. Sessizlik bende. Gittin. Heyhat! Pervane’ye döndü narin yüreğim sensizliğinde.
Her yalnız aşık değildir; ama her yanmış aşkın kuyusunda yalnızdır. Ateşinden değil ateşsizliğinden yanmışım diyorum. Ey aşkın sesi, nefesi gel bir an evvel. Dinsin artık kıyametin gürültüsü…
Öyle yürekten gözlerime bakma ey yâr..! Gözlerimin sende kalma ihtimali var. Gözlerim eğer sende kalırsa yâr, yüreğimin seni sevme ihtimali var, Yaklaşma bu kadar yürek tenime ey yâr..! ... Tenimin yanıp kül olma ihtimali var. Alıştırma varlığına bu kadar, yokluğunun yokluğum olma ihtimali Var.
Aşığın 'güzel' dediği ne olaki, yar mı güzel, yare bakanın 'bakışı' mı güzel, akla hayale sığmayan, yare isnad edilen 'düş' mü güzel, kim bu 'güzel'; yoksa bir anlık 'zevke' mi tapar aşık, fani bir masala mı inanır da 'güzel' deyince bir tüccara mı dönüşür aşık, ille de yardan arının peteğini mi bekler, kendisi 'çirkinlerçirkinidir' de yardan merhamet mi bekle; güzele apacık tapar aşık, lakin yarda kendi güzeline tapar aşık, kendi güzeli yarin zıddı mıdır ki, yardan gayrı bir başka güzel midir ki yar, yarda tapılan güzel yarin kendisi mıdır, kim bu güzel, nesi özel...(M.Zahir Kayan)
Bu gece düşlerimi seninle zenginleştiriyorum
Zifiri karanlığa inat,
Acımasız yokluğuna inat
Bu gece koynunda uyuyorum senin!
Küçücük oluyor korkular
Matemler benden olabildiğince uzak!
Bu gece odam seninle dopdolu sevgili!
Yıldızlar düşüyor saçlarımıza
Aşkın tadını duyuyorum damarlarımda
Şehir uykudadır çoktan
''Ne istiyorsun şimdi?'' diye sorsan;
Zaman dursun isterdim, sadece zaman
Ve biz böyle kalsak, ben hiç uyanmasam,
Sen hep burda olsan!
Sensiz gök gürültüsünden korkan ben;
Bu gece mutluluk delisi, haylaz küçük bir kız gibi
Durulup sakinleşiyorum yanında
Öyle mutluyum ki, öyle mesut, öyle bahtiyar
Herşey istediğim gibi, ortalık süt liman.
Düşlerim bitmesin istiyorum sevgili;
Çünkü biliyorum ki; düşlerimin sonunda yine yok olacaksın!
Ben yine sana ağlayacağım!
Saatlerimi yokluğuna kurmadım sevgili
Düşlerimi sana kurdum!
Ne olurdu sanki
Vakitsiz çalıpta seni benden almasın zaman!..
SERAP
Gitmeden Önce; Elveda
(lâ-edri! ../ merkad taşındaki kitâbe şeridini vehmeder güneş, / sırçası kırılmadan da duayla taçlanmış niyet uykularına yatılır. // kafanın içinde bi ur gibi taşıdığın şeyin nizâ'sı çün çıkar sessizce siyahlar kuşanmış yedi kat göğe, yerin yedi kat altında durmaksızın kükreyen su. / inadiye’nin karanlığında öylece unutulur, sınırsız- ma’sum ve çırçıplak boşluktaki keffâr’ını taşıyan edra’.../ kendi etini dişler senin için, sonrasızlığı yaşayan âdém-î hikâyesizler. / ve sırça, ve yâd ve kevkeb günbatımının sadâ'sıyla şeb'in ketumluğuna yenilirler. / şol dar-ı fena’nın bütün zamanları zulmetlidir! ../ zulmetli zamanlar kötüdür / güvenle saklandığın içindeki kampın eyvanında bir eey/vah bile değildir/ ki, ateş sönerse, kamp da bitermiş; kampa rûh veren ateşten aldığı yaşama sevinci iri besasa’sı ve onun îşkı ve hayatın bütün hülâsasının ağırlığında...// âbis denlidir.../ o yeğinlikli dem'de âbis denli arar raz û sırrını.../ işte ol menkıbe’den, kâlbe hüsn-ü hat ile nakş eder kanadığı ‘gül’ü bir yoksul dérvîş! ...)
“be lâ ve ene alâ zalike mineşşahidin”
/ yağmurlarla gideceğim arinna.../
artık küllendi zülfikar keskinliğine saklı on üç hasretim.
ki çiğnediğim eşeysel ferman
ve saldırılamaz şehrimin feryadı sende kaldı,
şarabın kırmızısında boğulurken somatik mahzenim.
şiirkanatlı gölgeler bekleyip gecelerce;
ayrılığın kıblesine dönmüş, kırılgan yalnızlığı gözlerimin.
vebasına yenilmiş - devonik savaş baltalarının,
hiç savaş görmemişken sevda gözeneği askerlerim.
uçup gitmiş tarihin başkentine canımın ağrısı,
kilit altında sırrı saklı bir ateş şimdi
yüreğimde ısıttığın kar yanığı ellerin.
hiç gitmemişken/ hattuşa’da yitirdim yüzünün ikonasını.
azraile sunulan tenimle/ sessizliktim eşzamanlı; dölyatağına geldiğim.
geç kalmış akşam rüzgarlarının gadasıyla yüklü
ölüm öncesi iyiliğine açılmış bu demir kapıya/
nasıl ki sessiz-sedasız geldim arinna/ öyle sessiz-zebansız gideceğim.
bugün hüznün düğünüdür, cennetin güneş tanrısı.
/ s ö y l e; _ a n ı l a r ı m ı z ı _ h a n g i _ t o p r a ğ a _ g ö m e y i m? ../
Gürkal Gençay
.
: Fuzûlî, Kays'ın bütün aşkını yüreğine yükleyip hasret çadırında sevda çilesinidoldurttuğu Leyla'ya bir gece muma hitaben şöyle dedirtir: Gel ey gözü bağlı, bağrı dağlı; başı karalı, ayağı bağlı! Gel seninle ikimiz hem-nefes olalım ve yanan bağrının sırlarını söyleşelim. Nedir seni bunca ağlatan dert ve benzini sarartıp içini kavuran elem? Baştan ayağa nedir bu yanmak? Durmadan gönül derdine boyanmak? Aslın ne olaki; hayat suyun ateşten yaratılıptır? Her an yangınlardasın; hem ateşe boğuluyorsun, aynı anda hem suya! Ey seher kuşu, ne sihirler yapmaktasın ki, ateşin suyundan daha keskindir? İşte vefada ben sana benzemekteyim; hatta belki vefam senden nice kat ziyadedir. Çünkü ey kalbi eriyen, sen her gece yanıyorsun; bense her gece ve gündüz yanıyor ve eriyorum. Üstelik sende ah etmek te yoktur ama bende var! Senin için ne hoştur meclislerde yaşlar döküp içindekileri açığa vurmak. Üstelik senin gönlündeki, dilindedir daim. Ya ben ne yapayım, ney gibi inleyip dururken? Ben öyle her olur olmaz ile yoldaşlık edemem; başımı kesseler, sırrımı söylemem. Şimdi sana söyleyecek olsam derdimi, dayanamazsın, yanmaktan helâk olursun. İçin için yanan bu sırra benim gönlüm bile zor dayanırken, onu sana söyleyecek olsam ahımın ateşiyle kül olmaz mısın sanıyorsun? Bu vakitler, yanılıp yenildim de bu derdi o dildara söyledim. Ne çare bana yoldaş olmadı. Bu derde dayanamayıp sahralara düştü, kaçtı, uzaklaştı gitti. Onun için şimdi acılarımı senin yanında da açmayayım ki, sen de tıpkı o sevgili gibi kaçıp gitme benden.
Bağışla
sınanmış yürekle geldim
yorgunsam durgun bir ırmak gibi
beni bağışla
dağlar aştım çöl çiçeklerinden geçtim
bulut oldum rüzgarlarla boğuştum
yürek delhizlerine sızan bir damlaydım
buhar oldum küçük derelerle aktım
şelaleler bensiz akmadı bazen
yorgunsam durgun bir ırmak gibi
umarsızsam bağışla
ayışığı sakladım içimde
böğürtlen kokusu
derin uykularında
yüzüne dokunan yeldim
seni hiç unutmadım
mitinglerden geçtim
can pazarlarından
kaç can verilir
ömür denilen kucakta
öyle derin bakıyorsam
anla beni
sığıntınsam bağışla
hayat denilen durgun bir sudur bazen
sokak ortasında terk edilen resim
dönmek umuttur bilesin
sana geldim
beni bağışla
Gülcemal Durdu
Biz Aşkı Uğurladık
İkiz bir yalnızlıktı sevdanın doğurduğu,
Şimdi gözlerimizde ısıtılmış bir buğu,
Soysuz bir sancı gelip tuz bastı yaramıza
Bir ayrılık türküsü serildi aramıza
Yaralı düşlerimiz kanamadan ölüyor
Serseri bir heyelan bizi bizden bölüyor
Mülteci oldu sevinç yer arıyor kaçacak
Bir hüzün eşkıyası şakağından vuracak
Her gün bir yaprak daha takvimden düşüyoruz
Bir küçücük yel esse mum gibi üşüyoruz,
Gökyüzünden fişekler yağıyor üstümüze,
Yıldız yüzlü çocuklar ağlıyor büstümüze,
Bizden geriye kalan yıkık harap bir şehir,
Eksi kırk derecede buz kesmiş iki nehir.
Sevda yüklü trenler uğramaz garımıza
Hangi çılgın kelebek konar rüzgârımıza
Hangi yağmur yıkayıp silecek ahımızı
Ve hangi sabi sabah çeker günahımızı
Kendi ellerimizle, biz aşkı uğurladık
Gitmek istemedikçe inat ettik, zorladık
Aşk artık bir şarkının içli nakaratında
Bir gecenin en hain, en insafsız katında
Ne yapsak çok geç artık, dualar da zamansız
Keder bir kurt misali içimizde amansız
Şimdi bir karanlıktan ölmeyi umuyoruz
Ve sefil bir uykuya son kez göz yumuyoruz
İkiz bir yalnızlıktı sevdanın doğurduğu
Bu kaçıncı mavidir kör kurşunun vurduğu.
S.U.
11.01.2010
Serkan Uçar
Bir gece pervane böcekleri toplanmış, bir mumu nasıl bulabileceklerini tartışıyorlardı.
İçlerinden biri dedi ki:
- Hepimiz birden gidip boşuna yorulmayalım. Birmiz gidip mum bulsun, sonra gelip bize haber versin.
Bir pervaneyi seçip gönderdiler. Gönderdikleri pervane böceği uzakta bir köşk, köşkün içinde de apaydın bir mum gördü, döndü geri geldi. Gördüğü, anladığı kadarıyla mumu anlatmaya çalıştı.
O topluluğun içinde yaşlı bir pervane de vardı. Gönderilen pervaneyi kınadı.
- Senin mumdan haberin bile yok, dedi.
İkinci bir pervaneyi gönderdiler. Bu sefer ki , kendini muma şöyle bir attı, sonra etrafında dönüp geri geldi. Mumdan bahsetti,ona nasıl kavuştuğunu anlattı.
Yaşlı pervane onun da sözünü kesti;
- Azizim senin bu anlattığında da mum değil. Sen de öbürüne benziyorsun, anlamadığın şeyi nasıl anlatacaksın?
Son gönderdikleri pervane ise mumu görünce sarhoş oldu adeta. Sevinçle ateşe atıldı, ateş tepeden tırnağa sardı onu. Bütün vücudu kıpkırmız oldu.
Diğerlerini kınayan yaşlı pervane uzaktan mumun bu pervaneyi onurlandırıp kendi rengine boyadığını görünce;
- İşte bu işi yalnız o başardı, dedi. Kim nerden bilsin, mumdan yalnız onun haberi var.
Bu dünyada gerçeği bulan; her şeyden vazgeçen, dünyadan bihaber kişidir. Sen de candan, cisimden uzaklaş ki canana yaklaşasın.”
Böylece cesur pervane kapıldığı ilahi aşkın cazibesiyle fenafillah makamına ulaşır ve benliğini ateşin varlığında eritir. Artık o ateşten gayrı bir şey değildir.
“Alev alev yanan bir ateştir dünya. Her an bir başka bölük halkı yakar. Onun ateşi şiddetlenip alevleri göğe ondan kaçabilirsen yiğitsin., arslansın. Arslanlar gibi cesaretli ol. Yoksa pervane böceği gibi atıl içine, yan gitsin!”
Şem u Pervane (Mum ile Pervane) Mantıku’t Tayr’da Hüthüt kuşunun diğer kuşlara anlattığı hikmet dolu hikayelerden sadece bir tanesidir. Simurg’a giden zorlu yolun “yokluk vadisi”nde anlatır klavuz Hüthüt kuşu bu hikayeyi.
Gerçekten yokluğu, yok olmayı, sevgiliyle vuslatı öyle güzel anlatır ki bu kısacık hikaye, başka söze gerek kalmaz adeta. Bu yüzden tasavvuf edebiyatımızda bu kadar köklü bir yer edinebilmiş, bu yüzden ağızdan ağıza dolaşmıştır yüzyıllarca… Öyle ya, neden kitaptaki sayısız hikayelerden bir diğeri değil de, Pervane’nin hikayesi hep dilimizde? Çünkü öyle kısa ve öz anlatır ki “ilahi kavuşmayı”, öyle güzel bir örnekle akıllara kazır, öyle güzel hikayeleştirir ki her şeyi… Üstelik de herkesin anlayabileceği bir dille yapar bunu. Bu yüzden daha nice yüzyıllar bu hikaye bitmez, bitemez. Her yüzyılın insanları yeni bir şeyler ekler bu hikayenin üzerine, arttıkça artar bu hikaye…
Pervanelerin yüzyıllardır hiç tükenmediği ve hiçbir zaman tükenmeyeceği gibi…
Ateşin hiç sönmediği ve hiçbir zaman sönmeyeceği gibi…
Bu hikaye de tükenmez daha nice yüzyıllar.
Arttıkça artar pervaneler, büyüdükçe büyür bu ateş…
Bir gün her şey yanıp da kül olana dek,
Bir gün her şey “yok” olana dek…
.
SUSKUN
: Sus, kimseler duymasın,
Duymasın, ölürüm ha.
Aymışam yarı gece,
Seni bulmuşam sonra.
Seni, kaburgamın altın parçası.
Seni, dişlerinde elma kokusu
Bir daha hangi ana doğurur bizi?
Ruhum... Mısra çekiyorum haberin olsun.
Çarşıların en küçük meyhanesi bu,
Saçları yüzümde kardeş, çocuksu.
Derimizin altında o ölüm namussuzu...
Ve Ahmedin işi ilk rasgidiyor.
İlktir dost elinin hançersizliği...
Ağlıyor yeşil.
Rüya, bütün çektiğimiz.
Rüya kahrım, rüya zindan.
Nasıl da yılları buldu,
Bir mısra boyu maceram...
Bilmezler nasıl aradık birbirimizi,
Bilmezler nasıl sevdik,
İki yitik hasret,
İki parça can.
Çatladı yüreği çakmaktaşının,
Ağıyor gökkuşaklarının serinliğinde
Çağlardır boğulmuş bir su...
Ağıyor yeşil.
AHMED ARİF
.
Feryad-ı İsyanım (Kayıp Destanı) Mem nelere gark olmadı Zin’in ateşi için
Ferhat dağlar delmedi mi Şirin'in düşü için
Kusur ise her saniye her yerde seni anmak
Mecnun az mı yemin etti Leyla’nın başı için
Sesi yorgun gözlerinden uykusuzluk seçilir
Görkeminin zerresinden Ağrı Dağı küçülür
Gecelerin kollarında leblerinin bal suyu
Aydan dökülürcesine kana kana içilir
Uykularından kopardım hoş geldin mihmanımsın
Artık geri dönüşü yok ahımsın eyvahımsın
Elâlem ne derse desin hiç umurumda değil
Akıbetine razıyım sevabım günahımsın
Sana yine sana yandım Nesimî'de dün gece
Gözlerinle yüzüleyim bend olayım Hallac'a
Öyle hüküm buyurmuşlar tanrılar divanında
Ha ben sana yollanmışım ha Muhammed mi'raca
Cümle cihan güzelleri yüzlerine ben örsün
Gözlerin balyozu oldu içerimdeki örsün
Ruhumdaki fırtınalar Merih'i usandırdı
Nuh'a haber eyleyin de gelsin de tufan görsün
Yokluğuna dayanamam ahım arşı boyladı
Gölgeni Nil'de görmüşler piramitler söyledi
Hele bir bak şu sevdaya kimler yanmış ben gibi
Dediği üzre Yunus'un 'gör beni aşk neyledi'
Son duraklarda beklerdim sonun olsaydı senin
Neler verilmez ki yerim yanın olsaydı senin
Çıkar kınından ne olur kirpiklerinle bile
Çal sineme gözlerini aşkına şah Hüseyn'in
Harikalardan biriymiş diyorlar Çin seddine
Seni görmeden hükmetmek kimin düşmüş haddine
Ulu divana baş vurdum dönsün diye Bağdat’tan
Ol sebepten ahvalimi arz ettim Bedreddin'e
Gamzelerini görseler bülbüller de lâl olur
Aşklar ülkesi sarsılır korkunç ihtilâl olur
Beklenmedik bir zamanda ölür isem sebebi
Beni eritip bitiren sevda-i iclâl olur
Kahreden ateş bilinem yananı sen olsaydın
Nal olurdum aşk atına bineni sen olsaydın
Deseler ki şu kadehte ağu var içen ölür
Bir solukta bitirirdim sunanı sen olsaydın
Belki de hatırlanırım ararsın şimdi nerde
İzim deryada damladır köyüm Hatçepınar'da
Bizim köyün kıyısında Dilav suyuna uğra
Hangi çobanın kavalı ağlıyorsa ben orda
Tanrılar yaratan Zerdüşt serdarıdır aslımın
Mazdek Hürrem nişanıdır inancımın neslimin
Dersimli Seyyid Rıza’ya ağır selamları var
Himmeti var gayreti var Horasanlı Müslim'in
Seni tanrılara sunam keremetin görünsün
Nazar eden köryılandan beter olsun sürünsün
Dağlar naz yapmaya aday insafını bağışla
Bağışla ki gözlerinde eşkıyalar barınsın
Söyler misin anlar mısın ah çekerin suçu ne
Bulutlardan damlar gibi düştüm girdap içine
Ay bulandı güneş kustu yıldızlar beklemede
Artık yolla gözlerini yolla Çin-u Maçin'e
Titanik'ten son sesleri alizeler getirdi
Son seslerin son demini balinalar bitirdi
Her yerde terör estiren sabıkalı gözlerin
Bermuda’yı kamçılayıp Atlantis’i batırdı
Toprak sudan bülbül gülden dost dosttan bulur deva
Dârâ'dan çok önce seni ağırlamış Ninova
Benim ömrüm yanan roma senin gözlerin Neron
Örste demir dövmededir şimdi Demirci Kawa
Melekler ipekyolu'nda aryaları gözledi
Yeri göğe ayı güne seni bana sözledi
Ilık bir güz akşamıydı yine senin yüzünden
Koçero Harran’a doğru atını mahmuzladı
Kirpiklerin yeni değmiş kaşların firik başak
Ay ışığı az geliyor hadi gözlerini yak
Fesatların hasetlerin eli kına görmesin
Terk-i canan eylemeden Şahmeran'a danışak
Keşke gelmez olaydı böyle bir hâl başıma
Temaşaya meraklılar toplandı el başıma
Herkesin dilinde şarkı elinde yarin eli
Artık yine sensiz artık yalnızım kul başıma
En yorulmaz yolcusuyum müptelası bu yolun
Ben zamanla boğuşayım sen seyreyle sen salın
Kor alevler buz kesilir gördüklerinde beni
Bir sensizlik yakar bir de hasreti İstanbul’un
Sen ey gönüller sahibi ey yüzleri gök zemin
Ey deryalar şahanesi sen ey gözleri kimin
Düzgün Baba hatırına Munzurlar'a mihman ol
Mihman ol da güneşlensin yaylaları Dersim'in
Gözlerinin dokunduğu her mekân memleketim
Bakıver de uzamasın gurbetim esaretim
Ahmed Arif hasretinden prangalar eskitmiş
Beni böyle eskitense prangalı hasretim
Umutların menzilinden uzaklara atılmış
İki cihan mucizesi ilâhlara katılmış
En amansız gecelerde aynalar yine suskun
Perçemi yüzünü gizler sanırsın ay tutulmuş
İmanım varsa kaşların, kirpiklerinse dinim
Muhammed Kâbe'ye döner, benimse sensin yönüm
Musa meşhur asasıyla, çarmıhı ile İsa
Bütün hepsi senin olsun, senin gözlerin benim
Senin yüzdüğün sularda ayrılık ölümü yur
En son yolcun ben olayım bekle biraz gitme dur
Beni İstanbul’a götür ya da İstanbul getir
Dokununca Nazım’ın ellerini yakan vapur
Gördüklerin sensizliğin dayanılmaz göçüdür
Sıla gurbet gurbet sıla birbirinin içidir
Ne aradın ne de sordun ben nerede neylerim
Kara Fatma Kara Yılan senden şikayetçidir
Bilirsin ki sevenlerin ayrılığı kâbustur
Tahir'i Zühre’ye bahşet zemmedenleri sustur
Sen istesen Sina Çölü bin çeşit çiçek açar
Suya sudan köprü kurmak yalnız sana mahsustur
Bazen kırmızı karanfil zakkum mereti bazen
Sevmeyenleri şad edip sevenlerini üzen
Ağlayanın güleninden misli misli fazladır
'İşte gidiyorum çeşm-i siyahım' diyen ozan
Bahçıvanlar kır bayırda boz kevene gül aşlar
Ol sebepten didelerden eksilmez kanlı yaşlar
Sana yanar sana susar sana acıkır sana
Ehl-i Haklar, Kakailer ve mağrur Kızılbaşlar
Meri keklik Binboğa'dan Çukurova’yı süzer
Yörüklere konuk olur yaylalarını gezer
Al'Osman'a diklenenler Göv Osman'a kul oldu
Avşar ellerinin hali Dadaloğlu'nu üzer
Sana sevdalıdır diye Pir Sultan asılırken
Kadılar bayram ettiler Hızır’a susulurken
Bilcümle taş kesildiler sözde Itır sevenler
Kirli sarı bir bıçakla Nergisler kesilirken
Senin rengin tüm renklerin şahı padişahıdır
Senin ahın tüm ahların kahredici ahıdır
Yıllar gün misali geçti asırlar ay misali
Herkes kendi âleminde bu neyin eyvahıdır
Yüreğim atom yüklenir sesini duyduğum an
Dört kitap çaresiz kalır el-aman aman aman
Başka biri yapar mıydı Eyyub'a sabır verdim
Ay kendini kuşatıp da gece sustuğu zaman
Arzu'yu Kamber'e yolla bayram seyran etsinler
On emiri on bir eyleyip Tur'da semah tutsunlar
Lûtfeyle de Eshab-ı Kehf açsın kapılarını
Yediler'e yoldaş olup yedi asır yatsınlar
Güzelliklerin mimari cennetlerin ustası
Misk-ü amberli cemlerin vazgeçilmez bestesi
Dört kapı kırk makam mağdur mecbur olsa da sana
En çok Zerdüşt yanar bir de Zerdüşt'ün avestası
Tay Dağı'ndan Kafdağı'na bakışların gerilmiş
Nazlarını çekemiyor arap atlar yorulmuş
Yol bilenler hâl bilenler sırrın sual etmişler
Nesimî Hallac-ı Mansur Şah Hatayi darılmış
Gel de dal tomura dursun daha uzansın elim
Eski dostu yarenleri gel de çağırsın dilim
Bir 'he' desen ben Sırat'ı tez geçerim kıratla
Köroğlu tek vekilimdir Kiziroğlu kefilim
Ay ışığı bilâdestur rüyalarıma dalar
Kuşkularımı bağlamış uykularımı yolar
Daha kuşlar uçamazken nergisler açamazken
Bir sen vardın gülümseyen bir sen bir de inkalar
Gözlerinden uzak olmak inan beni bitirir
Gider de gelmez bilirim yıllarımı götürür
Bir sonbahar yaprağı ol dalı ver kuşun çekme
Kızılırmak incitmeden seni bana getirir
Ağuları yıllandırıp içirdin yudum yudum
Ahvalimi anlar diye Baba Üryan’a dedim
Karıncayı gözlerinin karasından vuran ben
Çok saldırdım ruhumdaki seni öldüremedim
Yerim yurdum meçhul oldu neredeyim şaşmışım
Kafdağını turnaların kanadında aşmışım
Kanlılar kandan vazgeçer üçler beşler aşkına
Sen de bir gün Maraş’tan geç ocağına düşmüşüm
Bana gözlerini gönder sakın ha olmaz deme
Kime yanam dertlerimi yalnızlığımı kime
Bir başıma kâbuslarla boğuşurken ansızın
Hayallerin şeref verdi dün akşam viraneme
Hicran son arifesinde yolculuk var makbere
Siyabend'i öldürdüler Xece ölmek üzere
Ab-ı hayat çeşmesidir leblerin esirgeme
Ne o tanrıya minnet et ne de dal tevekküre
Bulutlar yağmur yorgunu ufuklar ateş yüklü
Bir damla ateşte derdim senisizliklerim saklı
Yedi kıtaya dağılıp elleri boş döndüler
Huma kuşu intizarda turnalar ağlamaklı
Sana sunulmaya hazır gökkuşağı destimde
Emrine amade olmak hayran olmak kastımda
Gözden ırak alemlerde yitik insanlar gibi
Ha ülkeler zaptedilmiş ha gözlerin üstümde
Hal bilmeze yoldaş olmak yola zulüm değil mi
Cevreyleyip gönül kırmak dile zulüm değil mi
Ömründe bir defa bile gül koklamamışların
Bahçıvana saldırması güle zulüm değil mi
Mevsimlerin prensidir güzleri Akdeniz'in
Aşikârdır huzurunda gizleri Akdeniz'in
Damıtılıp Lût Gölü'ne bağışlansa suları
Leblerinde denizleşir buzları Akdeniz'in
Şarkılarını dokudum senle geçen her anın
Sebebi katili olma yorgun yaralı canın
Sen de anlamazsan beni sen de gider gelmezsen
Şikayet ederim seni Şah'ına Pir Sultan’ın
Sürmeleri yel götürür gözlerine güneş çek
Yağmur yanak rengin yağsın bulutlara kına ek
Lübnan yeniden kurulur yine şenlenir Beyrut
Ama senin gözlerinin savaşı bitmeyecek
Yeter çektiklerim yeter benden beter olası
Yusuf'u kahretmedi mi Züleyha'nın çilesi
Yüzün suyu hürmetine binboğalar and içer
Ol diyarda vekilimdir Diyarbakır Kalesi
Karda kan damlası rengi yüreklerde ölmezin
Ne hükmü var ne kıymeti gidip geri gelmezin
Dost Fuzulî mest Fuzulî mayaları anlatmış
Sızıları Zap Suyu'nda Siverekli Yılmaz’ın
Bana renklerini uzat uzat ellerimi tut
Tut ki gönüller şenlensin tut ki yeşersin umut
Kervanlar yollara düştü Şam'dan Darüsselam'dan
Doğuver de incinmesin mahcup olmasın Nemrut
Sırrın dirheminde tutsak arzuların ağlaşır
Bıçkın kaçak hislerinde gece-gündüz bağlaşır
Bir elinde Van Gölü var bir elinde Urmiye
Damlasını sürgün etsen nurhaklarda çağlaşır
Duyar mısın İnce Memet Toroslardan seslenir
İki canlı Hatçesiyle doruklara yaslanır
En onulmaz en insafsız en çaresiz ağrılar
Gözlerinin feri değse iflah olur uslanır
Senin olmadığın yerde benim yokluğum başlar
Hayallerim yola düştü arandı dağlar taşlar
Hayyam çorak yüreğime bir kaç damla dem serpti
Periler Cudi Dağı'nda izine rastlamışlar
Sen pervasız çığlıklar at ben kahrolam ben üzgün
Sen kırklarda demlenedur ben beklemekten bezgin
Deryaların kucağında cem tutar semazenler
Düşlerim dağlar başında düşlerim dolu dizgin
Seni Dicle beni Fırat resmetmiş güneş ya rab
Güneşin vekili aya yıldızlar olmuş turab
Bizleri merak edenler aydan izin alsınlar
Bir başkadır yıldızlardan görülse Şattü'l-arab
Yağmur yüklü bulutlardan ruhunu koklayışım
Çağları tedirgin etmiş ömrünü saklayışım
Eyyub'un sabrı tükendi tükenmiyor nedense
Ne senin gelmeyişlerin ne benim bekleyişim
Gözlerinin damlasıyla çölde gül yetiştirdim
Sam yelleri yenik düştü sesinle çatıştırdım
Gölgenin düştüğü yerden bir avuç sönmüş külü
Serptim derin uykularda Kerem'i tutuşturdum
Dilek ağacına gittim sesini bağlamışsın
Islaktı dallar yapraklar hıçkırıp ağlamışsın
Karac'oğlan hayıflanır Hayyam duysa gücenir
Bulanık göl sularını şaraba yeğlemişsin
Düştüm dipsiz kuyuların en zifiri yerine
Sarkıt gözlerini durma muhtaç oldum nârına
Semiramis haber salmış zümrüd'ü-anka ile
Davetliymişiz Babil'in asma bahçelerine
Sesi mavi rengi esmer bu diyarda sazların
Geceleri parlamaktır töresi yıldızların
Dağlar uykulara daldı okyanuslar uykuda
Beni sabahlara boğan senin deli gözlerin
Teninin saçtığı nurdan güneş bile utanır
Söyle seni benden başka daha iyi kim tanır
Sevdalıların tarihi ıstıraba büründü
Seni arzular kıskanır seni Aslı kıskanır
Yanarım ah çeker gibi çekerim nazlarını
Canını canıma değdir tutuştur közlerini
Bir bilsen bir bilebilsen hallerim pemperişan
Merhem ol yarelerime gizleme yüzlerini
Düşlerimle savaşarak gün be gün yordum seni
Hayallerimle kuşatıp ruhuma kordum seni
Dediler ki aradığın şaraba yoldaş oldu
Yanıbaşımda bekleyen Hayyam'a sordum seni
Daha mecalim kalmadı bitti bu son çağrı gel
Gel ki yokluğun tükensin tükensin bu ağrı gel
Köroğlu'dan kıratını istesen sana verir
Seni Nemrut'a beklerim her sabaha doğru gel
Aşıkların sırdaşıdır Dicle gizemli akar
Siti muradına erdi Botan seyrana çıkar
Kör olası kinli beko keyfinden dört köşedir
Mem Zin'i Zin Mem'i yakar tacdin evini yakar
Serbest geceleri giyin korkularını sıyır
Yudumla ki mest olasın şarabı sudan ayır
Çöl su ister lâl dil ister gözlerini isterem
Vermeyenin iki yüzü ben garibanı doyur
Haramiler cirit atar kaynağında bu nehrin
Dudaklarını savur ki hükmü kırılsın zehrin
Bir bakışın bir taburdur gönder ordularını
Sana mecburiyeti var yedi tepeli şehrin
Kudretinden sual olmaz can verir can alırsın
Ya ömrü saadetim ya da Azrailim olursun
Mecnun'un yerine sordum dediler Allah bilir
Ben nerede ne olurum onu da sen bilirsin
Bir yanımda yarasalar işitir ağıtları
Halepçeli bir çocuğa taşıtır ağıtları
Küllerim Ağrı'da çığdır tüterim çığlık çığlık
Sivas'ta tutuşan ateş kuşatır ağıtları
Gözlerinin beşiğinde rüyalarım sallanır
Zehri kana zerk etseler damarında ballanır
Gılgamış küçük asyanın sensiz fotoğrafıdır
Yaşar Kemal'in dilinde Anadolu dillenir
Ben dostumu hak bilirim hakkı bilir dost beni
Tanrıların sofrasına çağırır bir dest beni
Nesimî'nin derisinden sızan şarabı tattım
Damlasına dilim sürdüm bir hoş etti mest beni
Hallac olup taşlandılar hak ruhunu tadanlar
Zal'ın elinden savruldular riyakârlar nadanlar
Aşkı şehvete boğduran ummi nebi misali
Zul'm ile serdar oldular nefse biat edenler
Hakkı sırda sır olanın sor kendisi necidir
Aklı mahrum ruhu kanlı her kelâmı acıdır
Baba Üryan yana yana der ki aman uzak dur
Gönül gözü görmeyenin Allah'ı kıyıcıdır
Saçlarından dökülüyor yıldız yıldız sırmalar
Düştüğü yeri yakar da sırlarımı tırmalar
Kör karanlık bir gecede cürm-ü meşhut dediler
Gözlerinde saklanıyor beni ele vermeler
Gözlerinde gözlerinde en çılgın uçurumlar
Atmacalar yuvalanmış bıldırcınları kovalar
Kâbil Hâbil'e yapmadı senin yaptıklarını
Duy feryad-ı isyanımı duy artık havar havar
Beni sensizliğe sürme uzaklara bakamam
Girdaplarda boğulurum boğulurum çıkamam
Nice sefil ihanetin ceremesini çektim
Öldürseler gözlerimi gözlerinden çekemem
Yaslı doruklardan güler sağlarımıza kaçak
Bir tılsımlı anahtardır bağlarımızda kaçak
Tiksinirim siliklikten mıntıkama uğrama
Bize kaçaklık yakışır dağlarımıza kaçak
Gel de bülbüller kıskansın gel de güller serpilsin
Gel de ahrimanlar yansın gel de allar serpilsin
Istıraplar diyarını baykuşlara hibe et
Gel de Emekçiyi güldür gel de diller serpilsin.
: Feryad-i, isyanim, Kayip, Destani, Ozan, Emekci,
Söyle sevgili...
Ne kadar özlersin beni; / hatırladığın kadar mı? ..
Söyle sevgili ne kadar? ..
Ezberindeyim /
düşler içerisinde gördüğün düşlerinde mi? ..
Ya da hem gece, hem gündüzünde mi? ..
Söyle sevgli;
Ne kadar aklındayım,
Ne kadar yüreğinde? ..
Yokla istersen sol yanını, Kurcala hafızanı? ..
Bak bakalım ne kadar sendeyim ve ne kadar gerçeğinim? ..
-Nazlı Akın-
.
Mutlu Aşk Yoktur / Aragon / Çeviri
Bir şeye gerçekten sahip olamaz adam
Ne yüreğine, ne güçsüzlüğe, ne güce
Açtığında kollarını gölgesi dönüşür haç’a
Mutluluk, parçalanır sarmaya çalışınca
Garip ve sancılı bir ayrılıktır yaşam
Mutlu aşk yoktur
Hayatı silahsız insanlara benzer aynı
Hazır edilmişler değişik bir kadere
Sabah niçin erken kalkarlar boş yere
Kalacaklarsa akşam kararsız ve avare
Söyle bunları aşkım ve tut gözyaşlarını
Mutlu aşk yoktur
Güzel aşkım, tatlı aşkım, incinmiş can
İçimde taşırım seni yaralı kuş gibi adeta
O bizi anlamaksızın izleyenler var ya
O söyleyenler sözcüklerimi ardım sıra
Öldü senin parlak gözlerinde daha o an
Mutlu aşk yoktur.
Vakit yok artık hayatı öğrenmeye
Gece, ağlasın yüreklerimiz beraber
En sıradan şarkı nice felaket ister
Nice pişmanlıktır bir ürperiş için değer
Nice hıçkırık gerekir gitarla bir nağmeye
Mutlu aşk yoktur.
Acıtmayan aşk yoktur
Aşk yoktur ki yaralamasın canı
Aşk yoktur ki soldurmasın insanı
Ve hiçbiri büyük değildir sevmenden vatanı
Gözyaşı akıtmayan aşk yoktur
Aşk yoktur mutlu
Bizim aşkımız fakat bu.
Louis ARAGON
Osman TUĞLU çevirisi
Her Gönül bir Tek Sevgiliye Dönüktür Aslında.. Lakin kıblesi Yanlıştır.. Bulduğunu Sandığı Şey Gerçekte Aradığı Değildir.. Kimisi Gül Yüzlü bir Güzele Meftun, Kimisi bir Ceylan Bakışlıya Mecnundur.. Bazısı dünyaya Kanmış, Bazısı Mala Mülke Aldanmıştır.. Oysa Her biri Aslında bir SEVGILI Tarafından Sınanmıştır.. KaYs
Nazlıcan
Gecem infaz doludur,
Gün ağarırken.
Bakışlarında yargıladım,
Seni nazlıcan.
İlmigin en yağlısından,
Ucunda pirsultan.
Deniz
mavide batık bir anka,
Küllerinden doğacak gibi.
Ve sen,
Suskunluğuma
asılı ümitsin,
Alageyik
aşkıyla bağlayan.
Gözlerinde
asılasım gelir ansızın,
Nazımın İstanbul sevgisince.
Al şafağında,
Yırtık sevdalarını süpür,
Bütün devrimlerin nazlıcan.
Sarı saçlı
adam gelmez artık,
İnsanlık koynumda yılan.
Kör kurşun
canevimde gezinir,
Ninnilerim yetim şimdi nazlıcan.
Kınaya banık ümitlerim,
Telli duvaklı gelin olmuş,
Ağıtlar
uğurlar albayrakla nazlıcan.
Bir yanık türküyüm ben,
Sol yanım hep acıyor,
Yalnızlıgım içimde topallıyor.
Kavruk başak ektigim ümitler,
Sen
gittin gideli toplanmıyor nazlıcan.
Beyaz
sayfalar karanlık kokulu,
Otlarla bezenmiş.
Suskunlugu asalet saydım,
Kalemi kurşun bir şairim,
Dillerim Lâl şimdi nazlıcan.
İrfan Karabulut
Düşüncelerim, ipliği kopan tesbih taneleri gibi dağılıveriyor sensiz… Şimdi gözyaşlarımdan inci yapmak isterdim sana… Keşke yanımda olsaydın… Kelimelerim şelâleleşiyor ne zaman sana dair bir şeyler yazmaya kalksam… Yanan alnım, müşfik avuçlarına ne kadar da muhtaç bilemezsin… Beni ne kadar ateşe versen de, hiçbir hatıramız küllenemez, bunu bilesin… Zümrüd-ü Anka gibi kendi külümden doğar ve katar katar Turnalar gibi yine kanat vurarak yine revan olurum yollarına…
Gözlerimde bir mahmurluk, sensiz uykularımda arda kalan… Sinemde yumru yumru yutkunamadığım bir sıkıntı… Nefeslerim yetmez oluyor artık şu garip canıma… Ve ben gözlerimi tavana mıhlamış, bir tek seni düşünüyorum… Alnımda boncuk boncuk soğuk terler… Kulağım işitmez oldu artık, sesinden gayri her ne var ise şu âlemde… Göz kapaklarım tutulmuş, hayalin perdelenmesin diye… Artık gözyaşlarımda hasretlik tuzu bile kalmadı acılarımı ılık ılık dindirecek…
Kanım donuyor… Bir de üşümedir işliyor ruhuma apansız… Sıcağın yok ki yanımda… Ve ardından sabah oluyor, yine bin bir eza ve cefa ile kahroluyorum işte! O ayrılıktan kahroluyorum… Biliyorsun, hünkârım sensin… Sevgilim ve mabedim… (sensin). Muradım; yedi göğün mevlâsı; bizi, bu kahırdan azat edesin…
Kelebekler senin yüzünün değdiği bahçelere yayıyor kanatlarını. Şu dar göğsümün kazasından çıkmaya çalışıyorum. Sonsuz genişliklerin sırrı iki dudağının arasında saklı. Bir kelâm söyle ne olur! Her hecenin tınısında duymak istiyorum. Rüzgarlar savursun beni, yağmurların hepsi alnıma düşsün, taşların hepsi göğsüme düşsün. Senin ayaklarını öpen kocaman bir dağ olayım. Çöller savrulsun, dağlar aradan çekilsin, yokuşlar ve inişler bitsin ki yürüğün yollara toz olayım. Çöldeyim, susuzum. Kuyularda Yusuf’um. Sözlerin bana Züleyhâ. Ateşlerde İbrahim’im. Gözlerin ban derya. Sancılar içinde Meryem’im. Bakışın ban İsa. Yaralar içinde Eyyub’um. Hasretin bana şifa. Ölüler içinde bir ölüyüm. Ellerin bana musalla.
Ey kalbimizde olan nur! Gel didinmelerimin ve arzumun sonu gel. Hayatımızın senin elinde olduğunu biliyorsun. Hayatı, kullarını sıkıntı yapma gel. Ey aşk! Ey maşuk! Engelleri aş ve inadı bırak da gel. Ey Hüdhüdlerin sahibi olan Süleyman! Lütfedip de bizi aramak üzere gel.
Ruhlar senin kaybolmandan ötürü inleyip feryat etmedeler; miadını doldur da gel. Ayıplarını ört, iyilikleri saç. Cömert olanların âdeti de böyledir gel. Farsça ‘gel’ nasıl derler? ‘Biya’mı? Ya gel veya bizim davetimize hak ver de gel. Geleceğin zaman muradımız ne de açılır. Gelmeyeceğin zaman da muradımız ne kesat olur; gel. Ey Arabın Kürşadı! Ey İran’ın Kubad’ı! Kalbimi hatıranla fethedersin gel. İçim sana gel deyicidir. Ey varlığından olacak olan varlık, gel.
Gittin ya. Kalsan ne güzel olurdu, gitmişin neye yarar? Sen gittin ama bak senle ilgili olan bir şey bende. Sessizlik bende. Gittin. Heyhat! Pervane’ye döndü narin yüreğim sensizliğinde.
Her yalnız aşık değildir; ama her yanmış aşkın kuyusunda yalnızdır. Ateşinden değil ateşsizliğinden yanmışım diyorum. Ey aşkın sesi, nefesi gel bir an evvel. Dinsin artık kıyametin gürültüsü…
Mevlana Celaleddin Rumi