Uzak limanlara sığındığın zaman anlayacaksın yeni bir sürüvene başladığını. Sisli bir sabahta kulaklarını ziyaret edecek bir kilise çanı ve aşkın zamanlı zamansız terlediği gibi terleyeceksin. Elden ele dolaşan ikinci el bir sözcüğe sığınacaksın, elden düşme bir yatak süsleyecek düşlerini. Sesine bakacaksın... Sesin ağustos sıcağında kavrulmuş gibi anlamını arayarak koşacak bir başka sese. Kendine bakacaksın... Sen olmadığını göreceksin ve bir başkası olduğuna inandığın o an serüvenin de başladığının ayrımında olacaksın.
Bilinmeyen bir kentin bilinmeyen bin cafesinde bir masaya oturacaksın. Gözlerine batanın deniz ya da dağ olmasını pek önemsemeyeceksin bir bardak sıcak çayı önemsediğin kadar. Labirentlerine gömdüğün başını kaldıracaksın masadan. Akşamdan kalma esrik bir mutluluk çingene pembesine çalan gözleriyle saçlarını savura savura geçecek sağ yanından.. İçin için kanayan sol mememin altındakinin üstüne bastıracaksın elini. Gözlerindeki nisan yağmuru öylesine yanağını okşayıverecek..
“Ayrılık mevsimidir yeni kararlar almalıyız,” diyeceksin... Ve bir kez daha bilinmeyen kentlerin, bilinmeyen yollarına ya da hiç tanıdığın bir ülkenin hiç tanıdığın uzak seslerinin peşine düşeceksin. Sen kadar yakın sen kadar uzak bir rüzgarın simyasında unuttuğun bir şeylerin kıvamında bir ses çığlıklanacak sana, o bildik ezgisiyle: “Gitme kal... sen ki aşkın ve ateşin oğlusun külümü sıcak tut...”
Anıları anımsatan anının ısrarına bir hoşça kal gülücüğü yollarken kavruk dudaklarından hiç bilmeyeceksin birden çok yere gitmekle adını ve aşkını değiştiremeyeceğini. Ve bilemeyeceksin olası bir sona doğru yeni moda uzun burunlu, duraksız bir ayakkabının eskittiği yolları kalın bir defterle yürürken henüz kimsenin bilmediği, senin bilmediğin bir bilgiyle sınandığını. Ürpereceksin, adımların geri dese bile, yüreğindeki ürperti bir kez daha demene izin vermeyecek senin...
Çok ama çok uzaklardan bir anı çalacak kapını ve kimbilir sen yeniden sığınmak isteyeceksin annenin karanlık limanına, serüveninin ilk durağına... Gün en aydınlık yüzüyle belirecek ufkunda, bütün yüzler güleç ve sıcak, bütün kızlar mahallenizin ve hepsi da sopa bacaklı, bütün amcalar kalın sarkık bıyıklı ve esmer... Belleğin ve gözlerin aynı ırmağın sularında kulaç atarken aralarında kalacaksın... Birisi seni dibe çekmeye çabalarken ötekisi yüzeye taşımak isteyecek ılık ılık... Ve sen faylasıyla bir meltemi özleyecek “beni iyice kucakla” diyeceksin bir kiraz dalına vişne çürüğü yaşanmışlıklarınla. Mırıl mırıl mırıldanan komşu teyzenin yakınmaları düşecek diline: “Kızın aybaşısı var, oturmuş saçlarını boyuyor yine...” Ah, komşu teyze sen de aybaşlarında boyasaydın ya saçlarını...
Dönmek isteyeceksin nazın hâlâ geçerken yaşama, kumral, ince telli saçlarının seni terk etmediği zamanlara... Atını dörtnala koşturduğun ufukların tozunu dumana kattığın gündüzlerine... Bir öğrenci evinde anlattığın ve çok bilinmeyenli bir denklem olarak yoksulluğunu Allah’ın yüzüne çarptığın günlere. Nane limon kaynatacak kumşunun sana aşık çarpık bacaklı kızı gözlerinden düşürdüğü sevgi kırıntılarını, kasten ve tahammüden, yattığın yerin baş ucunda unutarak. Ağır baharat veçöl yollarında rastladığın bilimsel tüm verilerle süslenmiş sözcüklerin ağır kokusuna gizlenen kim olduğunu bilmediğin birisinin alkol ve bakteri kokan ağzından dökülen bir şarkı ağır ağır çalacak kapını.
Açtığın her kapıdan sonra sonsuza taşıyacaksın sırtına yüklediklerini... Birbirine benzeyen kapılarda dolaşacaksın ve tüm anahtarların birbirinden farklı olduğunu öğreneceksin. Ayrımına varacaksın sırtında taşıdığın yükün ne denli ağır olduğunun; zırhın paramparça olacak, usun kan tutmuş bir bedevi gibi bütün gemileri yakacak, bütün köprüleri yıkacak... Kimliksiz bir kundak olarak kalacaksın çiçeğe durmuş için için kendini yiyen bir erik ağacının yaprakları arasında, kucaksız.
Üç köşeli bir harfin jilet kadar keskin zirvesine oturtulan bir uyak alaysı bakışlarıyla seni bir kez daha savrulduğun yerden bir başka zamana, bir ülkeden bir coğrafyaya... seni senden sana taşıyacak...
Ve haykıracaksın... “Müsait bir yerde inebilir miyim? ”
UZAK LİMANLARA SIĞINDIĞIN ZAMAN...
Uzak limanlara sığındığın zaman anlayacaksın yeni bir sürüvene başladığını. Sisli bir sabahta kulaklarını ziyaret edecek bir kilise çanı ve aşkın zamanlı zamansız terlediği gibi terleyeceksin. Elden ele dolaşan ikinci el bir sözcüğe sığınacaksın, elden düşme bir yatak süsleyecek düşlerini. Sesine bakacaksın... Sesin ağustos sıcağında kavrulmuş gibi anlamını arayarak koşacak bir başka sese. Kendine bakacaksın... Sen olmadığını göreceksin ve bir başkası olduğuna inandığın o an serüvenin de başladığının ayrımında olacaksın.
Bilinmeyen bir kentin bilinmeyen bin cafesinde bir masaya oturacaksın. Gözlerine batanın deniz ya da dağ olmasını pek önemsemeyeceksin bir bardak sıcak çayı önemsediğin kadar. Labirentlerine gömdüğün başını kaldıracaksın masadan. Akşamdan kalma esrik bir mutluluk çingene pembesine çalan gözleriyle saçlarını savura savura geçecek sağ yanından.. İçin için kanayan sol mememin altındakinin üstüne bastıracaksın elini. Gözlerindeki nisan yağmuru öylesine yanağını okşayıverecek..
“Ayrılık mevsimidir yeni kararlar almalıyız,” diyeceksin...
Ve bir kez daha bilinmeyen kentlerin, bilinmeyen yollarına ya da hiç tanıdığın bir ülkenin hiç tanıdığın uzak seslerinin peşine düşeceksin. Sen kadar yakın sen kadar uzak bir rüzgarın simyasında unuttuğun bir şeylerin kıvamında bir ses çığlıklanacak sana, o bildik ezgisiyle:
“Gitme kal... sen ki aşkın ve ateşin oğlusun külümü sıcak tut...”
Anıları anımsatan anının ısrarına bir hoşça kal gülücüğü yollarken kavruk dudaklarından hiç bilmeyeceksin birden çok yere gitmekle adını ve aşkını değiştiremeyeceğini. Ve bilemeyeceksin olası bir sona doğru yeni moda uzun burunlu, duraksız bir ayakkabının eskittiği yolları kalın bir defterle yürürken henüz kimsenin bilmediği, senin bilmediğin bir bilgiyle sınandığını. Ürpereceksin, adımların geri dese bile, yüreğindeki ürperti bir kez daha demene izin vermeyecek senin...
Çok ama çok uzaklardan bir anı çalacak kapını ve kimbilir sen yeniden sığınmak isteyeceksin annenin karanlık limanına, serüveninin ilk durağına... Gün en aydınlık yüzüyle belirecek ufkunda, bütün yüzler güleç ve sıcak, bütün kızlar mahallenizin ve hepsi da sopa bacaklı, bütün amcalar kalın sarkık bıyıklı ve esmer... Belleğin ve gözlerin aynı ırmağın sularında kulaç atarken aralarında kalacaksın... Birisi seni dibe çekmeye çabalarken ötekisi yüzeye taşımak isteyecek ılık ılık... Ve sen faylasıyla bir meltemi özleyecek “beni iyice kucakla” diyeceksin bir kiraz dalına vişne çürüğü yaşanmışlıklarınla.
Mırıl mırıl mırıldanan komşu teyzenin yakınmaları düşecek diline: “Kızın aybaşısı var, oturmuş saçlarını boyuyor yine...”
Ah, komşu teyze sen de aybaşlarında boyasaydın ya saçlarını...
Dönmek isteyeceksin nazın hâlâ geçerken yaşama, kumral, ince telli saçlarının seni terk etmediği zamanlara... Atını dörtnala koşturduğun ufukların tozunu dumana kattığın gündüzlerine... Bir öğrenci evinde anlattığın ve çok bilinmeyenli bir denklem olarak yoksulluğunu Allah’ın yüzüne çarptığın günlere. Nane limon kaynatacak kumşunun sana aşık çarpık bacaklı kızı gözlerinden düşürdüğü sevgi kırıntılarını, kasten ve tahammüden, yattığın yerin baş ucunda unutarak. Ağır baharat veçöl yollarında rastladığın bilimsel tüm verilerle süslenmiş sözcüklerin ağır kokusuna gizlenen kim olduğunu bilmediğin birisinin alkol ve bakteri kokan ağzından dökülen bir şarkı ağır ağır çalacak kapını.
Açtığın her kapıdan sonra sonsuza taşıyacaksın sırtına yüklediklerini...
Birbirine benzeyen kapılarda dolaşacaksın ve tüm anahtarların birbirinden farklı olduğunu öğreneceksin. Ayrımına varacaksın sırtında taşıdığın yükün ne denli ağır olduğunun; zırhın paramparça olacak, usun kan tutmuş bir bedevi gibi bütün gemileri yakacak, bütün köprüleri yıkacak... Kimliksiz bir kundak olarak kalacaksın çiçeğe durmuş için için kendini yiyen bir erik ağacının yaprakları arasında, kucaksız.
Üç köşeli bir harfin jilet kadar keskin zirvesine oturtulan bir uyak alaysı bakışlarıyla seni bir kez daha savrulduğun yerden bir başka zamana, bir ülkeden bir coğrafyaya... seni senden sana taşıyacak...
Ve haykıracaksın...
“Müsait bir yerde inebilir miyim? ”