Ayazdakibiryürek...Egenin çocuğu... 2001 Haziran'dan bu yana İzmir'deyim, izmir limanına sığındım:)Kuytu bir köşe liman geldi İzmir bana, bilmem ne zaman kadar... Egenin şirin bir köyünde dünyaya gelmişim. Çocukluk yıllarım köyde geçti. İlkokulu, doğduğum, çocukluk yüreğimin fırtına gibi çarptığı o köyde bitirdim. Yazları, başı yazmalı, elleri kınalı, yanakları nar kırmızısı köylü kızlarıyla inekler otlatır, saklambaçlar oynardık. Mahallede çelik çomak oynadığımız, plastik topla futbol oynadığımız, efe gibi, yağız çocukluk arkadaşlarım vardı ...Amcalarımın keçi koyunları olurdu, yazın yaylaya çıkarlardı. Kıl çadırlarına gider, çadırlarda kalaylı taslardan buz gibi ayranlar içerdik.
Kuzular ve oğlaklarla kırlarda koşardık yarış yaparcasına, yakalamak için koşardık hep peşinden...Dağlarımızda kekikler, ovalarımızda papatyalar, menekşeler bir de kırmızı gelincikler olurdu...Papatyaların yapraklarıyla tek mi çift mi oynardık, yapraklar tek kalırsa yüreğimizde adını tuttuğumuz sevgili sevmiyor, çift kalırsa seviyor olurdu :) Badem, erik ağaçlarına tırmanır, badem erik toplardık, ceplerimiz dolar taşardı, bazen de koynumuza kadar bir sevgili gibi...
Bostan tarlalarından kavun karpuz çalar bir taşa vurarak ellerimizle yerdik :) Bazen de bağlardan üzüm çalardık :) Ama bunlar akrabaların mahsülü olurdu ki duyarlarsa ya da görürlerse kızmasınlar diye :) Çocukluk işte henüz hırsızlık kavramı gelişmemişti o zamanlar, masumcaydı herşey...Derken büyüyüyüverdik... Üniversite nedeniyle gizemli şehir İstanbul'la tanıştım :) İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakülte'sinde okudum, Belge Bilgi Yönetimi Bölümü. Ancak Edebiyat Fakültesi'nde okuyunca tozlarından nasiplenmişim galiba ki, Antoloji'deyim...Hey gidi yıllar ne de çabuk geçtiniz, ne çabuk büyüyüverdik!...Boynu kravatlı adam oluverdik...Şimdilerde zevklerimiz biraz daha farklılaştı.)
Yağmur çiselerken toprak kokusunda yürümeyi, sonbaharda dökülmüş ıslak yapraklar üzerinde yalın ayak yürümeyi çok sever oldum. Bir de yağmur sonrası gökkuşağını seyretmeyi...Vapurla karşıya geçerken, martılara simit susamları atmayı, martı seslerini, kırlangıçları, serçeleri sever oldum...Bazen de Barınak Cafe'den yıldızları ve denizi seyretmeyi... Çok da duygusal oluverdim:) Bazen bir şarkı/türkü dinlerken ağlarım, hem de saklanmadan, gizlenmeden...Sevecen, içten biri olduğum söylenir :) Amacım, karşılıksızca, çıkarsızca, ön yargısız hem de yürekten bir şeyler paylaşmak...Okuyan dostlara, İzmir'den deniz kokulu, yosun kokulu selam ve sevgiler :) ................................................. 3-8 Eylül 2007 tarihleri arasında İstanbul'daydım. Bir gece Yıldız Parkı'nda Malta Köşkünde bir akşam yemeği yedik. Ağaçların arasında kuş seslerinde denize nazır...Daldım gittim eski günlere...Bir akşam Beyoğlu'nda Zencefil Kafede akşam yemeği yedik, ne otantik bir yerdi Allahım...Bir gün de Eminönü'nde balık ekmek...Arkasından da boğaz turu...Sonrasında Galata'da çay keyfi...Gene geleceğim güzel şehir bekle beni...
BİR GÜN DAHA YAŞADIM SENİ İSTANBUL... Bir Gün Daha Yaşadım Seni İstanbul… Soğuk bir kış akşamı deniz kenarında köhne bir kayık gibi hissediyorum kendimi… Dalgaların sahile vurduğu martıların karnını doyurmak için buz gibi su üzerinde dans ettiği sessiz bir sahildeyim. Kırık bir sandal var içinde, birkaç şişe, bir de çürümeye yüz tutmuş tahtaları arasında kırık bir fener çarpıyor gözüme onlar ve ben varım yalnızca…… Bir de sönmemek için direnen isli bir sokak lambası var üzerimde gölgemi yansıtan…Yürüyorum biraz daha kıyıya, birkaç taş alıyorum elime asi dalgalar vuruyor, iskarpinlerim biraz daha ıslanıyor, üşüdüğümü hissetmiyorum bile.. Atıyorum bir tanesini dalgaların üzerine; sanki bana kızmış gibi daha bir dalgalanıyor, kıyıya şiddetini hissettiriyor. Ürküyorum birden… Titrek bir sesle fısıldıyorum; “peki kızma atmayacağım.” Soğuk daha da bir artıyor, Sağanak bir yağmur başlıyor. Soğuktan yarı donmuş ellerimle cebimden yıpranmaya yüz tutmuş beremi çıkarıp, pek de önemsemeden takıyorum başıma.Yağmur hafiften azalıyor yürümeye devam ediyorum. Titrediğimi hissediyorum… Eski ahşap evlerin olduğu bir sokağa sapıyorum. Burası yer, yer yıkılmaya yüz tutmuş tahta köhne epeyce eski görünen evlerin olduğu bir sokak…. Yağmur diniyor etrafı temiz bir toprak kokusu sarıyor yavaş, yavaş ilerliyorum hava epeyce karardı. Islık çalarak devam ediyorum yarı kırık yarı kalmamış kaldırımda… Aylardan Aralık olduğu için tek tük insan görüyorum sokakta. İşten evine dönen insanlar dışında kimseyi görmüyorum bu soğuk kış gününde… Yavaş, yavaş ışıklar yanmaya başlıyor eski evlerin olduğu, fakir insanların yaşadığı her halinden belli olan bu sokakta. Bacalardan öyle dumanlar çıkıyor ki adeta karışıyor birbirine biraz is kokusu sarıyor etrafı o da toprak kokusuna karışıyor. İstanbul’un en eski sokaklarından biri burası, orta gelirli insanların yaşadığı birbiriyle yardımlaştığı, güler yüzlü iyi insanların yaşadığı bir yer. O kadar etkiliyor ki bu sokak beni evlere tek, tek girip o güzel insanlarla tanışıp konuşmak istiyorum.. Çok derinden bir ses geliyor; “oğlum çabuk gel” diye biraz ilerleyince görüyorum küçük bir bakkal beliriyor karanlığı aydınlatan, önünde ufak bir çocuk elinde bir paketle, yarı ıslanmış pantolonun paçalarını kaldırarak evine doğru koşuyor. Kendi çocukluğum geliyor aklıma öylece; o masum yüzlü çocuğa baka kalıyorum…. Yanımdan geçen arabanın üzerime sıçrattığı su sesi getiriyor beni kendime. Zaten ıslak olan pantolonum biraz daha ıslanıyor önemsemiyorum.. İstanbul’un bu güzel sokağı beni etkilemiş olacak ki zamanın nasıl geçtiğini hiç fark etmiyorum. Yürüyorum dalgın dalgın tren sesleri geliyor kulağıma, evime gelmişim neredeyse.. Bu şehir beni hasta ediyor. Havasına, suyuna, sokağına, insanına hayranım bir gün daha bitti. bir gün daha…..Bir gün daha yaşadım seni İstanbul…
2001 Haziran'dan bu yana İzmir'deyim, izmir limanına sığındım:)Kuytu bir köşe liman geldi İzmir bana, bilmem ne zaman kadar...
Egenin şirin bir köyünde dünyaya gelmişim. Çocukluk yıllarım köyde geçti. İlkokulu, doğduğum, çocukluk yüreğimin fırtına gibi çarptığı o köyde bitirdim. Yazları, başı yazmalı, elleri kınalı, yanakları nar kırmızısı köylü kızlarıyla inekler otlatır, saklambaçlar oynardık. Mahallede çelik çomak oynadığımız, plastik topla futbol oynadığımız, efe gibi, yağız çocukluk arkadaşlarım vardı ...Amcalarımın keçi koyunları olurdu, yazın yaylaya çıkarlardı. Kıl çadırlarına gider, çadırlarda kalaylı taslardan buz gibi ayranlar içerdik.
Kuzular ve oğlaklarla kırlarda koşardık yarış yaparcasına, yakalamak için koşardık hep peşinden...Dağlarımızda kekikler, ovalarımızda papatyalar, menekşeler bir de kırmızı gelincikler olurdu...Papatyaların yapraklarıyla tek mi çift mi oynardık, yapraklar tek kalırsa yüreğimizde adını tuttuğumuz sevgili sevmiyor, çift kalırsa seviyor olurdu :) Badem, erik ağaçlarına tırmanır, badem erik toplardık, ceplerimiz dolar taşardı, bazen de koynumuza kadar bir sevgili gibi...
Bostan tarlalarından kavun karpuz çalar bir taşa vurarak ellerimizle yerdik :) Bazen de bağlardan üzüm çalardık :) Ama bunlar akrabaların mahsülü olurdu ki duyarlarsa ya da görürlerse kızmasınlar diye :) Çocukluk işte henüz hırsızlık kavramı gelişmemişti o zamanlar, masumcaydı herşey...Derken büyüyüyüverdik... Üniversite nedeniyle gizemli şehir İstanbul'la tanıştım :) İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakülte'sinde okudum, Belge Bilgi Yönetimi Bölümü. Ancak Edebiyat Fakültesi'nde okuyunca tozlarından nasiplenmişim galiba ki, Antoloji'deyim...Hey gidi yıllar ne de çabuk geçtiniz, ne çabuk büyüyüverdik!...Boynu kravatlı adam oluverdik...Şimdilerde zevklerimiz biraz daha farklılaştı.)
Yağmur çiselerken toprak kokusunda yürümeyi, sonbaharda dökülmüş ıslak yapraklar üzerinde yalın ayak yürümeyi çok sever oldum. Bir de yağmur sonrası gökkuşağını seyretmeyi...Vapurla karşıya geçerken, martılara simit susamları atmayı, martı seslerini, kırlangıçları, serçeleri sever oldum...Bazen de Barınak Cafe'den yıldızları ve denizi seyretmeyi...
Çok da duygusal oluverdim:) Bazen bir şarkı/türkü dinlerken ağlarım, hem de saklanmadan, gizlenmeden...Sevecen, içten biri olduğum söylenir :) Amacım, karşılıksızca, çıkarsızca, ön yargısız hem de yürekten bir şeyler paylaşmak...Okuyan dostlara, İzmir'den deniz kokulu, yosun kokulu selam ve sevgiler :)
.................................................
3-8 Eylül 2007 tarihleri arasında İstanbul'daydım. Bir gece Yıldız Parkı'nda Malta Köşkünde bir akşam yemeği yedik. Ağaçların arasında kuş seslerinde denize nazır...Daldım gittim eski günlere...Bir akşam Beyoğlu'nda Zencefil Kafede akşam yemeği yedik, ne otantik bir yerdi Allahım...Bir gün de Eminönü'nde balık ekmek...Arkasından da boğaz turu...Sonrasında Galata'da çay keyfi...Gene geleceğim güzel şehir bekle beni...
BİR GÜN DAHA YAŞADIM SENİ İSTANBUL...
Bir Gün Daha Yaşadım Seni İstanbul…
Soğuk bir kış akşamı deniz kenarında köhne bir kayık gibi hissediyorum kendimi… Dalgaların sahile vurduğu martıların karnını doyurmak için buz gibi su üzerinde dans ettiği sessiz bir sahildeyim.
Kırık bir sandal var içinde, birkaç şişe, bir de çürümeye yüz tutmuş tahtaları arasında kırık bir fener çarpıyor gözüme onlar ve ben varım yalnızca……
Bir de sönmemek için direnen isli bir sokak lambası var üzerimde gölgemi yansıtan…Yürüyorum biraz daha kıyıya, birkaç taş alıyorum elime asi dalgalar vuruyor, iskarpinlerim biraz daha ıslanıyor, üşüdüğümü hissetmiyorum bile..
Atıyorum bir tanesini dalgaların üzerine; sanki bana kızmış gibi daha bir dalgalanıyor, kıyıya şiddetini hissettiriyor. Ürküyorum birden…
Titrek bir sesle fısıldıyorum; “peki kızma atmayacağım.” Soğuk daha da bir artıyor, Sağanak bir yağmur başlıyor. Soğuktan yarı donmuş ellerimle cebimden yıpranmaya yüz tutmuş beremi çıkarıp, pek de önemsemeden takıyorum başıma.Yağmur hafiften azalıyor yürümeye devam ediyorum. Titrediğimi hissediyorum…
Eski ahşap evlerin olduğu bir sokağa sapıyorum.
Burası yer, yer yıkılmaya yüz tutmuş tahta köhne epeyce eski görünen evlerin olduğu bir sokak….
Yağmur diniyor etrafı temiz bir toprak kokusu sarıyor yavaş, yavaş ilerliyorum hava epeyce karardı.
Islık çalarak devam ediyorum yarı kırık yarı kalmamış kaldırımda…
Aylardan Aralık olduğu için tek tük insan görüyorum sokakta. İşten evine dönen insanlar dışında kimseyi görmüyorum bu soğuk kış gününde…
Yavaş, yavaş ışıklar yanmaya başlıyor eski evlerin olduğu, fakir insanların yaşadığı her halinden belli olan bu sokakta.
Bacalardan öyle dumanlar çıkıyor ki adeta karışıyor birbirine biraz is kokusu sarıyor etrafı o da toprak kokusuna karışıyor.
İstanbul’un en eski sokaklarından biri burası, orta gelirli insanların yaşadığı birbiriyle yardımlaştığı, güler yüzlü iyi insanların yaşadığı bir yer.
O kadar etkiliyor ki bu sokak beni evlere tek, tek girip o güzel insanlarla tanışıp konuşmak istiyorum..
Çok derinden bir ses geliyor; “oğlum çabuk gel” diye biraz ilerleyince görüyorum küçük bir bakkal beliriyor karanlığı aydınlatan, önünde ufak bir çocuk elinde bir paketle, yarı ıslanmış pantolonun paçalarını kaldırarak evine doğru koşuyor. Kendi çocukluğum geliyor aklıma öylece; o masum yüzlü çocuğa baka kalıyorum….
Yanımdan geçen arabanın üzerime sıçrattığı su sesi getiriyor beni kendime. Zaten ıslak olan pantolonum biraz daha ıslanıyor önemsemiyorum..
İstanbul’un bu güzel sokağı beni etkilemiş olacak ki zamanın nasıl geçtiğini hiç fark etmiyorum. Yürüyorum dalgın dalgın tren sesleri geliyor kulağıma, evime gelmişim neredeyse.. Bu şehir beni hasta ediyor. Havasına, suyuna, sokağına, insanına hayranım bir gün daha bitti.
bir gün daha…..Bir gün daha yaşadım seni İstanbul…