Kültür Sanat Edebiyat Şiir

yaşar nuri öztürk sizce ne demek, yaşar nuri öztürk size neyi çağrıştırıyor?

yaşar nuri öztürk terimi Harun Kesik tarafından tarihinde eklendi

  • Kubilay Atbaş
    Kubilay Atbaş

    Kıymetini çok sonradan anladığım adam

  • Murat Akman
    Murat Akman

    Bir din adamını - dava adamını herkes severse o adamda sıkıntı var demektir. Rahmetli Öztürk'ün samimiyetine ve işinin ehli olduğuna bu da bir delildir. Çünkü sizi sevenler kadar sevmeyenlerin taşıdığı sıfatlar sizi ve davanızı ele verir. Rahmetliden nefret edenlerin ruh MR ını çekin ve bakın. Görecekleriniz sizi şaşırtmayacaktır.

  • Çetin Metin
    Çetin Metin

    muhalefet etmeyi severdi .

  • Erdem Ülkün
    Erdem Ülkün

    uzun zamandır amansız bir hastalıkla mücadele ediyor.kendisine sağlık diliyorum.

  • Hasan Otomobilci
    Hasan Otomobilci

    Aydın, cesur, zeki, samimi, helal olsun. gerçek din le alakası olmayan saçma sapan gelenekleri dine dahil edip insanlara yutturan, insanları uyuşturan, koyun sürüsü haline getiren sahtekarların baş düşmanlarından biri, her sözü onların rant larına balta vuruyor bu yüzden sürekli sözlerini çarpıtıyorlar.

  • Nilüfer Aydemir
    Nilüfer Aydemir

    Mustafa Cansız ismi, eğer Trabzonlu değilseniz size pek bir şey ifade etmeyecektir. Fakat onun yetiştirdiği din profesörü, günümüzün parti lideri Yaşar Nuri Öztürk'ü ise bilmeyen yoktur. Trabzon'da bir efsane gibi anlatılan, dini sorulara nükteyle, küfürle cevap vermesiyle meşhur Cansız Hoca, 1990'larda ses kayıtları ortaya çıkan ama varlığı kanıtlanamayan Oflu Hoca'nın aksine gerçek. Karadeniz fıkralarını çağrıştıran dini yorumları da… Mustafa Cansız, 1895 – 1975 yılları arasında yaşadı. Arapça, Farsça, Çağatayca, Rumca bilgisi, koyu CHP'li olması, akademisyenlere taş çıkarır kültürüyle her yönden farklı bir din adamı. Öğrencisi Prof. Dr. Öztürk'e göre müstesna bir şahsiyet:



    ALT-ÜST

    Kadının biri hayatını fahişelik yaparak kazanmaktadır. Öldüğünde cenaze namazı için camiye getirilip musalla taşına konulur. İmam, kadının cenaze namazını kıldırmak istemez. Mesele büyür, Trabzon Müftülüğü'ne intikal eder. Müftü telaşlanır.

    Cansız Hoca'ya haber verilir. Durum izah edilir. Olay mahalline geldiğinde cenaze namazını kıldırmayan hocayla aralarında şu diyalog geçer:

    - Bu kadının cenaze namazını niçin kıldırmıyorsun?

    - Hocam bu kadın hayatında hep fuhuş yapmış. Böyle birisinin cenaze namazı kılınmaz.

    - Ulan, üstte yatan p.... cenaze namazlarını kılıyorsunuz da altta yatanlarınkini niçin kılmıyorsunuz?




    HOCA ÇIKTI

    Cansız Hoca, vali ve üst düzey bürokratlarla bir yemeğe katılır. Hocaların çok yemek yemesiyle ilgili bir fıkra anlatılır:

    - Hoca ile manda bostana düşmüş. Görenler, hangisini çıkaralım demişler. Kimileri mandayı çıkarın o çok yer demiş, kimileri de yok hoca daha fazla yer onu çıkarın demiş.'

    Fıkrayı dinleyen Cansız Hoca masadan kalkmış, bir kenara oturup sigarasını yakmış, Masadakilerden biri Cansız Hoca'ya, 'Hocam niçin kalktınız' diye sorunca, Cansız Hoca şu cevabı vermiş:

    'Hoca çıktı mandalar yesin.'



    OKUNAN DUA ÖLÜ RUHUNA GİDER Mİ?

    İzmirli bir avukat dava için Trabzon'a gelmiş. Sohbet esnasında, okunan duaların ölünün ruhuna gidip gitmeyeceği tartışılmış. Avukat, okunan duaların ölülerin ruhuna gitmeyeceğine inanıyormuş.

    'Seni ancak Cansız Hoca ikna edebilir' demişler.

    Hocanın tavla oynadığı kahveye gidilmiş.

    Adam sorusunu yineleyince, aralarında şu diyalog geçmiş.

    - Elbette gider.

    - Peki nasıl gider?

    - Senin anan, eşin, kızın var mı?

    - Var.

    - Nerede oturuyorlar?

    - İzmir'de.

    - Senin ananı, avradını, kızını...

    - (Adam sinirlenerek hocanın üzerine yürümüş) Ne biçim konuşuyorsun sen?

    - Niye sinirleniyorsun? Duaların buradan ahirete gittiğine inanmıyorsun da, küfürlerin buradan İzmir'e gittiğine niye inanıyorsun?

  • Vehbi Can
    Vehbi Can

    Galile'ye sövmenin onursuz rantı



    1642 yılında ölen Galile (özgün yazılışı ile Galileo Galilei) , sadece bir kişinin adı değil, bilim, onur, ıstırap ve direnç ilkelerinin de sembolik ifadesidir.
    Dünyanın döndüğünü keşfettiği için başına gelenleri biliyoruz. Onu zamanın üstüne çıkaran sözü de biliyoruz:
    'Ben dönmüyor desem de dünya dönüyor.'
    Şimdi tablonun ibret kısmına bakalım:
    Galile 'Dünya dönüyor' dediğinde bunun aksini söyleyenler, Allah ile aldatan egemen güçler tarafından ödüllendiriliyordu. Dünyanın döndüğünü söyleyerek Galile'ye katılanlar ise işkence ve hapse mâruz kalıyor, aileleri, yakınları takibe alınıyordu.
    Yani dünyanın dönüyor olması (gerçek) , onun dönmediğini söyleyen alçaklığı (çıkarcılık) etkisiz kılamıyordu.
    Galile işte bize bunları hatırlatan bir ışık devi...
    Galile'ye o gün sövmenin büyük rantı vardı. Ona sövmek para, mevki, alkış getiriyordu.
    Ve gerçeği değil de çıkarı esas alan bütün alçaklar, namussuzlar, omurgasızlar, yalcılar, yalakalar, yüzünden ışık yerine riya irini akan bilcümle şerefsizler Galile'ye söverek 'muteber adam' oluyorlardı. Çünkü kitleleri sürüye döndürenler, kutsalı paravan yapanlar, Allah ile aldatanlar, Galile'ye sövmenin alkış getireceğini kabul ettirmişlerdi.
    Galile'ye söven rahat ediyordu, bir eli yağda, bir eli balda yaşıyordu.
    Ve erdemsizliğin ucuzluğunu öne çıkaran alçaklık, vicdanların onayladığı Galile'yi yenik düşürüyordu...

    GALİLE'NİN SİMGELEDİĞİ GERÇEK: İŞLETİLEN AKIL

    Kur'an, 'aklını işletmeyenler üzerine pislik indirileceğini' söylüyor. (Yûnus, 1000)
    Bu, bir anlamda, aklın sembolü olan Galilelerin devre dışı tutulmasının ifadesidir.
    Geri kalmışlığı dinleştirmiş ülkelerde ölen Galileler doğanlardan daima fazla.
    İslam dünyası kendi toprağından çıkan Galilelere yaptığı zulümlerin faturasını ödüyor, cezasını çekiyor. Daha çok çekecek. Çünkü henüz bu aslî günahının bilincine vararak gerekli tövbeyi yapmamıştır. Önce bu bilince varacak, sonra tövbe edecek, daha sonra da gerekli ıstırabı çekerek kurtulacak.
    İslam dünyası henüz birinci aşamanın eşiğinde... İslam dünyasının asırlardır işlediği suç, Galilelerini yok etmek veya çileye mâruz bırakmaktır. Yoksa bu hallere düşer miydi?
    İslam dünyasının esas ıstırap kaynağı İsrail füzeleri değil, Galilelerine yaptığı kötülüklerin günah faturası.
    Bir yandan, 'Bizim dinimizde engizisyon yok, engizisyon Hıristiyanlığın malıdır' diye nutuk atıyorlar, öte yandan her gün onlarca Galileyi 'Dünya dönmüyor' demeye mecbur bırakıyorlar.
    Uzağa gitmeye ne hacet! İslam dünyası, en büyük 'Galilesi' olan Mustafa Kemal'i dışlamaya devam ediyor. Oyunu sürekli Galilelerden yana kullanan Tanrı ise İslam dünyasını bir belanın girdabından çıkarıp bir başka belanın girdabına sokuyor.
    Ve muazzam petrol paraları, bu bela girdaplarını etkisiz kılmaya değil, servet ve tarikat şeyhlerinin karı, otomobil ve saray sayısını artırmaya yarıyor

  • Osman Aslan
    Osman Aslan

    Aydın din adamı..

  • Talha Yasin
    Talha Yasin

    alenen dini siyasete alet ettiği halde hakında bir türlü soruşturma açılmamış müstesna bir insan.
    islamiyete dair söylediklerine, çok az dahi olsa mürekkep yalamış, orta zekanında altındaki biri için bile inandırıcı olmayan, zat-ı ŞAHANEdir kendileri.

  • Nehir Akkuş
    Nehir Akkuş

    Sevenlerine ve okurlarına hayal kırıklığı yaşatan kişi.Yıllar önce 'bana bile güvenmeyin' diyerek, insanoğlunun acizliğini ortaya koymuştur.En iyi niyetle bir iftiraya kurban gittiğini düşünmek isterim.'Hala'.

  • Julıe Berrıe
    Julıe Berrıe

    HALKIN YÜKSELİŞİ PARTİSİ nin başkanı geleceğimizin başbakanı.Atatürk 'ten sonra gelmiş geçmiş en vatansever insan,gerçek müminin ne olması gerektiğini çok iyi bilen ve her söylediğini eşsiz kitabımız Kuran dan ayetlerle (kafamızda soru işaretleri kalmasın diye) açıklayan 1 kuran mümini gerçek müslüman.hiç 1 zaman kendi şahsi çıkarlarını kamu çıkarlarından üstün tutmamış, gece gündüz ülkem insanlarını sanıflara alt veya üst kimlik zırvalıklarına ayırmadan herkese adalet,aş,iş ve hakettiğinin karşılığını alması için çözüm yolları öneren ve bunları gerçekleştirebilecek Türkiye 1deki 3-5 gerçek aydından 1idir.görüşlerini kuran la kıyaslayınca aykırı bulmadığım 1 ilahiyatçı.okuduğum kitaplarından en çok ALLAHLA ALDATMAK kitabını beğendiğim usta 1 düşünür,hukukçu,yazar.

  • Ahmet Erhan Yay
    Ahmet Erhan Yay

    Biraz zayıf bilgisi olupta İSLAM'ı tam anlayamamış olanların ve İSLAM'ı kendine göre uyarlamak isteyenlere göre TAM İDEAL bir şahsiyet. Gerçekten dediklerine kendisini ya inandırmış yada öyle gözüküyor. Ama bu hayatta ' nasıl yaşarsan öyle ölürsün, nasıl öldüysen öyle dirilirsin ' Hadis-i - şerif bunu hiç unutmamak gerekiyor. VE BİRDE
    ' KUR'AN-I KENDİ REYİYLE YORUMLAYAN, CEHENNEMDE YERİNİ HAZIRLASIN ' Hadis-i Şerifini unutmayalım.
    Unutmayalım ki bu tür yorumları sırf kendi veya yandaşları için yaparken ve gerçektleri manasından saptırmış olarak anlatması veya yorumlaması ona inananları kapsarken, DİĞER TARAFTAN içinde gerçek iman lezzetini bulanların da HEMEN BİR AN DÜŞÜNÜP REDDETMELERİYLE imanını artırır.
    NASIL İLAHİYAT PROFESÖRÜ ANLAŞILMASI ÇOOOOK ZOR.
    TEK KELİME İLE YAZIKLAR OLSUN

  • Bekir Yılmaz
    Bekir Yılmaz

    Yaşar Nuri Öztürk gibi bir ilahiyat profesörünü eleştirebilmek için en azından bir İ.H.Okulunu bitirmiş ve Kur'an-ı Kerim'in mealini (yani anlamını, yani Türkçesini) baştan sona hiç olmazsa bir defa bari okumuş olmak lazımdır.
    Ona küfredenlerin %99'u dini bilgisi ya sıfır ya da sıfıra yakın kişiler maalesef.... Üstelik İslam'ı bilmedikleri gibi Arapça filan da bilmezler ki ayet ve hadisleri aslından okuyup tercüme edebilsinler...
    Onlar sadece kendilerine birilerinin ezberlettikleri hurafelerin borazanlığını yaparlar.

  • Vehbi Can
    Vehbi Can

    gerçek dini, özgün islamı yani kur'anda bildirilen islamı ana kaynağından bana öğreten, öğrenmeme vesile olan, bu güne kadar dine söyletilen yalanları deşifre eden,islam adı altında halkın yaşadıklarının isminden başka islamdan eser olmadığını kur'andan öğrenmemi sağlayan ve benim gerçekten müslüman olmamı sağlayan o küçük dev adama sonsuz teşşekkür ediyorum. Allah razı olsun ondan..
    kur'anı kendi dilinizden okuyun ne dediğimi hemen anlayacaksınız...
    hadi başlayın..

  • Nehir Akkuş
    Nehir Akkuş

    1994 yılından beri,kafamı acabalarla dolduran, merak alanlarımı fazlalaştıran,sayesinde kütüphanemde 'iğne atılacak alan bırakmayan', Nietsczh'nin şiirlerine kitaplarında yer veren ilk ilahiyatçı olma özelliği taşıyan 'aydın'.
    Merak ettiğim sorulara,cevap vermek yerine bana (kendi kitap listesini) yollayan kişi.

  • Talha Yasin
    Talha Yasin

    tuhaf bi adam. son günlerde şahane'siyle olan aşk-ı memnu durumu ile gündemde. partisinden istifa eden edene

  • **gel Ya Muhammed Dünya Yanıyor sav
    **gel Ya Muhammed Dünya Yanıyor sav

    saçmalayıp duran onu bir haber kanalında izledim ıyyy üğrendim başörtüsü kyranda yokmuş sen ne.............. biliyorsunki orda konusuyorsun beeeeeeeeee

  • Ercan Sarıcı
    Ercan Sarıcı

    yaşar hocam gerçek bir müslüman ve türk hemde en kalitelisinden yobazlar bu yüzden

    sevmiyorlar ama bilmiyorlarki islamı ana babalarından öğrendikleri kadar tanıyan bu insanlar a

    yüzyıllardır hristiyan ajanların islam dünyasının içine küçük yaşta yerleştirilen sözde imamlardan

    takva alarak dinini öğrenen nesiller bu tutumu sergilemeye mahkumdur. Gerçek budur kaynağı

    da kur'anı kerim'dir diyen binlerce kitabı okuyup araştıran kur'anı 6 yaşında ezbere öğrenen

    arapçayı ana dili gibi bilen bir adama yersiz bağnaz bir tutumla gerçek hakkında hiçbir bilgisi

    olmadan ancak eleştiri yapabiliyorlar hocam allah sana çok uzun ömür versin sen ve senin gibi

    insanlara çok ihtiyacı var bizim ve tüm islam aleminin, saygılarımla.

  • Vehbi Can
    Vehbi Can

    'Türkiye dinsizliğe doğru gidiyor' 24/09/2007
    - AKP döneminde Türkiye'nin adım adım ‘Ilımlı İslam’ devletine doğru kaydığı yorumları yapılırken, HYP Genel Başkanı Prof. Öztürk, 'Kur’an'ın anladığı manada bir dinden söz ediyorsak, Türkiye dinsizliğe doğru gidiyor. Türkiye'yi taşıdıkları yer şirktir, din değil. Kur’an'dan ve Hz. Muhammed'den onay almayacak sahte bir dini, morfin gibi kullanıp Türkiye üzerinde her istediklerini yapıyorlar, hurafe dinini anestezi gibi kullanıyorlar' dedi


    - Prof. Öztürk, son yıllarda 'türban' adı verilen ve değişik tarzda bağlanan örtünün ise Müslümanlık'la ilgisinin olmadığını belirterek, 'Bize, 'İslam’ın diğer taraflarını bırakın; size bol cami yapmak, hanımların başını burmak kâfidir' diyorlar. Hanımların başındaki rahibe kıyafetidir. Saint Paul'ün İncil'e soktuğu kıyafettir. O bizim Müslüman insanın örtüsü değildir. Müslümanlara din diye başka bir şey bırakmadılar' dedi


    - Öztürk, 'Türkiye, darbeleri bile Allah’tan niyaz edecek duruma gelebilir. Şimdi 'darbe,darbe' laflarıyla cambaza bak oyunu oynanıyor. Türkiye, darbelere bile el açıp dua edilecek bir noktaya sürükleniyor. Türkiye onu bile arayacak. Çok kaygılıyım bu noktada ben' dedi


    ANKARA (ANKA) - HYP Genel Başkanı ve eski İstanbul Milletvekili Prof. Yaşar Nuri Öztürk, 22 Temmuz seçiminden sonra AKP döneminde Türkiye'nin adım adım ‘Ilımlı İslam’ devletine doğru kaydığı yorumları yapılırken, yine kamuoyunu şaşırtacak bir değerlendirme yaptı. Prof. Öztürk, Türkiye'nin ‘dinsizliğe’ doğru gittiğini söyledi. Siyasî gelişmelerle ilgili ANKA'nın sorularını yanıtlayan Prof. Öztürk, şu görüşleri dile getirdi:


    'Kuran'ın anladığı manada bir dinden söz ediyorsak, Türkiye dinsizliğe doğru gidiyor. Türkiye'yi taşıdıkları yer şirktir, din değil. Biz yıllarca buna karşı mücadele verdik. Ama şimdi Türkiye doğrudan doğruya müşrik zihniyete, şirk zihniyetine doğru gidiyor. Yelken açmış gidiyor hem de. Kuran'dan ve Hz. Muhammed'den onay almayacak sahte bir dini, morfin gibi kullanıp Türkiye üzerinde her istediklerini yapıyorlar, hurafe dinini anestezi gibi kullanıyorlar.'

    'TÜRBAN, SAİNT PAUL'ÜN İNCİL'E SOKTUĞU KIYAFETTİR'

    Prof. Öztürk, son yıllarda 'türban' adı verilen ve değişik tarzda bağlanan örtünün ise Müslümanlıkla ilgisinin olmadığını söyledi. Öztürk, bunun Saint Paul'ün İncil'e soktuğu rahibe kıyafeti olduğunu belirterek, şu değerlendirmeyi yaptı:


    'Türkiye'de iki büyük operasyon yapılıyor. Kur’an dininin birinci vasfı anti emperyalizmdir. Atatürk de tarih önünde bu konuda en başarılı adamdır. Ama onun anti emperyalist yanını kırıyorlar. Türkiye kullanılarak İslam'ın anti emperyalist ruhunu yok etmek istiyorlar. Her 50 metreye kurulan camilerde bu ruhu katlediyorlar. Bize, 'İslam’ın diğer taraflarını bırakın, size bol cami yapmak, hanımların başını örtmek kâfidir' diyorlar. Hanımların başındaki örtü, rahibe kıyafetidir. Saint Paul'un İncil'e soktuğu kıyafettir. O bizim Müslüman insanın örtüsü değildir. 'Cami ve bu örtü size din olarak yeter', deniyor. Müslümanlara din diye başka bir şey bırakmadılar.'

    'DARBELER İÇİN DUA EDİLECEK NOKTAYA GELİNEBİLİR'

    Önümüzdeki döneme ilişkin karamsar bir tablo çizen Öztürk, Türkiye’nin iyiye ve hayra gittiğini düşünemediğini söyledi. Öztürk; türban, lokantada mescit, şehirler arası otobüslerde namaz molası konuları tartışılırken, Türkiye'nin kaydettiği tek gelişmenin borçlarını artırmak olduğunu belirtti. Öztürk, şu değerlendirmeleri yaptı:


    'Türkiye örtülü bir şekilde sömürgeleştiriliyor. Hüzün duyarak söylüyorum ki, Türkiye'nin geleceğine ilişkin hiçbir irade Türkiye'yi yönetenlerin elinde değil. Türkiye büyük bir rüzgârın elinde, birilerinin istediği yöne doğru götürülüyor. Birileri en berbat şekilde yorumlayabilirler ama şunu söyleyebilirim: Benim en çok tedirgin olduğum şey, Türkiye’nin, meselelerin siyasetle çözümlenemeyeceği bir noktaya sürüklenmesi. Bu nokta ya felaket ya da kanlı kavgadır. Felaket nedir? Türkiye, dışardan istedikleri şekilde paramparça edilir. İkincisi, Türkiye iç kavgaya gider. Darbe olur deniyor, ama bana öyle geliyor ki, Türkiye darbeleri bile Allah’tan niyaz edecek duruma gelebilir. Şimdi 'darbe, darbe' laflarıyla cambaza bak oyunu oynanıyor. Türkiye, darbelere bile el açıp dua edilecek bir noktaya sürükleniyor, Türkiye onu bile arayacak. Çok kaygılıyım bu noktada ben.'

    'İKİ MİLLETLİ PARLAMENTO'

    Öztürk, 22 Temmuz'da seçim yapılmadığını belirterek, 'Bu, bir tsunami, nevi şahsına münhasır bir nevi yarı işgal. Bütün Batılı güçlerin ortaklaşa belirledikleri hedefe 2-3 milyar dolar para harcayarak Türkiye'de halkın iradesinin bir yöne sevk edilmesidir. O sebeple biz bunu bir seçim saymıyoruz. Bunun ne menem bir şey olduğu, yıllar sonra anlaşılacak' dedi.


    Seçim sonrası tablo konusunda da kaygıları bulunduğunu ifade eden Öztürk, şu değerlendirmeyi yaptı:


    'Türkiye, tarihinde ilk defa âdeta iki milletli parlamentoya mecbur ve mahkûm bir hale getirildi. Böyle bir manzara var. Şu anda parlamentonun en aktif unsuru, en azından göründüğü kadarıyla, bölücü temayüller taşıyan unsur. Parlamento'nun ilk gündem yaptığı konulardan biri, Parlamento'ya yeni giren bu unsurun, terör başının yaşam şartlarının iyileştirilmesidir. Buna dikkat etmek lazım. Onun arkasından, Türk ordusunu bölücülükle itham demeçlerini dinledik. Arkasından 'PKK'ya terör örgütü demeyiz' demecini dinledik. Öbür tarafta henüz Anayasa'yı değiştirme çalışmaları dışında bir şey görmüyoruz.'

    'DOKUNULMAZLIK ZIRHI KİRLENDİ'

    Öztürk, bu parlamentodan bir 'hayır' gelecekse, bunun bir numaralı göstergesinin milletvekili dokunulmazlığının kaldırılması olacağını söyledi.


    Öztürk, 'Eğer parlamento işe dokunulmazlıkları kaldırarak başlarsa, buradan bir hayır çıkacağını düşünebiliriz, aksi takdirde hiçbir hayır çıkmaz. Dokunulmazlık zırhının içi kirlendi, pislendi, bu zırhı kaldırıp atmak lazım' dedi

  • Vehbi Can
    Vehbi Can

    GEVŞEMEYİN, TASALANMAYIN! EĞER İNANIYORSANIZ ÜSTÜN OLAN SİZSİNİZ.”





    Erken seçim, 22 Temmuz seçimleri veya bazılarının deyimiyle baskın seçim yapıldı. ‘Siyaset tarihimizin en sürpriz seçimi’ sayılan bu seçim, Türk halkı, Türkiye üzerindeki dış hesaplar, siyaset dinciliği, Atatürk mirası, Türkiye’nin geleceği ve nihayet, Müslüman dünya açısından ciddi biçimde irdelenmesi gereken tarihsel bir olaydır.

    Bu irdeleme işi zaman içinde elbette yapılacaktır.

    9. Cumhurbaşkanımız Demirel, bu seçimi değerlendiren sohbetimizde aynen benim kullandığım tâbiri kullandı. “Seçim değil, tsunami.” Ve ekledi: “Biz kazanamadık diyorsun, iyi de, seçim mi oldu da siz kazanamadınız. Buna seçim denebilir mi? Bu, seçim falan değil, bu başka bir şey. Bunu ileride anlayacağız. Allah sonunu hayırlı kılsın.”

    Biz Türk halkına Türkiye’nin iyi gitmediğini, hayra doğru yol almadığını söyleyip kendi projelerimizi sunduk. Vekâlet istedik. Türkiye Kuzey Irak’ta zararda, PKK terörü açısından zararda, AB’ye ortaklık konusunda zararda. Son dört yılda, en büyük teknolojik ve ticarî kurumlarını ‘özelleştirme’ adı altında ona-buna satmasına rağmen borçlarının toplamına 150 milyar dolar ilave gelmiş, toplam borç 400 milyar doları aşmıştır. Cari açığı rekorda, dış ticaret açığı rekorda, işsizlik rekorda, istihdam neredeyse sıfır. Borsadaki sıcak paranın % 76’sını ellerinde tutan dış sömürü odakları % 20 reel faizle Türkiye’yi iliklerine kadar soyup dışarı taşıyorlar.

    Bin yıldır yaşadığımız dinin adı ‘Ilımlı İslam’ olarak değiştiriliyor. Kur’an’ı İncilleştirmek, camiyi kiliseleştirmek istiyorlar. Papa, İslam Peygamberi’ne ağız dolusu hakaret ediyor; içte ve dışta sesini çıkaran yok. Bazı Avrupa ülkeleri, örneğin Hollanda, Kur’an’ın Avrupa’da yasaklanmasını istiyor. Kur’an’ı, Hitler’in ‘Kavgam’ kitabından daha tehlikeli ilan ediyorlar. (Milliyet, 9 Ağustos)

    Böyle bir ortamda camilerde rahat namaz kıldığınızı söyleyerek kendinizi kandırmayın. Kıldığınız, İslam’ın istediği namaz değildir. İslam’ın büyük vicdanı Muhammed İkbal bu namazlara ‘Muhammed’in namazı değil, esirlerin namazı’ diyor. Bu camilerde İslam hükümlerine göre namaz caiz değildir. Haçlılar, yüz metreye bir kurdurdukları bu camilerde sizi hapsetmek ve topraklarınızı sömürüp halkımızı köleleştirmek istiyorlar. Atatürk mirasını çökertmek istemeleri bu yaptıklarını kolaylaştırmak içindir. İslam’ın antiemperyalist gücünü temsil eden Atatürk’e düşmanlığın arkasında işte bu hesap vardır. Bunu görün. Bu oyuna gelmeyin.

    Kısacası, Türkiye hem siyaseten hem de ekonomik olarak dışarıdan yönetiliyor. Bunun sonu çok kötü gelecektir. Türkiye aldatılıyor. Satın alınmış basın, Türkiye’nin gerçek gündemini saklayarak halkı uyutuyor. Uyandığınızda çok geç olacak. Türkiye Sevr’e götürülüyor. Nitekim, seçimin hemen ardından, Ermeni hükûmeti, Türkiye’yi Sevr’i uygulamaya çağırdı. Başka bir çareniz kalmamıştır dedi. (Milliyet, 9 Ağustos)

    Bütün bunlar olup biterken, bütün Hıristiyan Batı ve onların içimizdeki yandaşları AKP iktidarının devamı için âdeta çırpınıyor. ABD ve Bush, IMF, AB kurmayları, Yunanistan, Kıbrıs Rum şefliği, Barzanî, Talabanî, içeride Patrikhane, AKP iktidarı devam etmelidir diye 24 saat feryat ediyor. Bunun bir anlamı olduğunu bu milletin fark etmesi gerekir. Biraz yardımcı olalım:

    Bu gidişin rotası, AB-ABD mandasına doğrudur. Ne yazık ki Anadolu halkı kısa vadeli rahatı için mandacıların afsunlarına teslim olmuştur.

    Hıristiyan güç odaklarının bu seçim münasebetiyle AKP’nin emrine âmâde iki milyar dolar bir parayı Türkiye’ye soktuğu halkın her yerde dilinde dolaşıyor. AKP, aylardır halk yığınlarının kümelendiği yerlere tırlarla malzeme, tonlarla para dağıtmaktadır. AKP’li belediyelerin dağıttıkları da ayrı...

    Devletin bütçesinden bir buçuk katrilyon parayı 90 bin personeline maaş olarak dağıtan Diyanet’e bağlı imamların AKP’nin birer neferi gibi çalıştıkları, AKP’ye oy vermeyenlerin İslam’a ihanet etmiş olacakları propagandasını yaydıkları cümle halkın dilinde dolaşmaktadır. Bu ülke ve Müslümanlar bu Diyanet’le nereye gidebileceklerini düşünüyorlar? Bush, Karamanlis, AB, Barzanî ve Talabani’nin işaret ettikleri istikamette iş yapan bir Diyanet’in bu bir buçuk katrilyonu ne için aldığının hesabını bu milletin artık yapma zamanı gelmedi mi?

    Türk siyaseti (!) işte, böyle bir seçim kampanyası (!) yaşadı ve AKP iktidarı 22 Temmuz seçiminde oylarını % elli artırdı. İlave oylar, iki partiyi TBMM’ye sokacak oranda. Tam 6.5 milyon.

    Demek ki halk, fakir semt pazarlarından görkemli kuyumcu çarşılarına kadar ayyuka çıkardığı şikâyetlerinde dürüst değildi. Demek ki halk da yalan söylemeye başlamış, iki yüzlülük siyasetine bulaşmıştır.

    İşin en ürkütücü yanı burasıdır. Demek ki halk, her kesimiyle halinden memnun olduğu halde bizlere yalan söylemiş, bizi boşu boşuna ter döktürüp kaygılandırmış.

    Öyleyse, ne âla. Bizim amacımız bu halkı rahat ettirmek, onurlu yaşatmak değil miydi? Halk zaten öyle ise biz bundan mutluluk duyarız. Anlaşılan, halk AKP iktidarından, beş yıl boyunca olup bitenlerden, ekonomiden, İslam’ın Hıristiyanlaştırılmasından son derece mutlu imiş. AKP’nin oylarını böylesine artırması da ‘demokrasinin zaferi’ imiş. Bütün Hıristiyan Batı böyle diyor, Türk halkı da bunu tasdik ediyor.

    O halde, ferasetlü, fehametlü halkımız 22 Temmuz tercihinin hayrını görsün.

    Biz, ‘ABD, AB, IMF, Karamanlis, Papadopulos, Barzani, Talabani, Patrik sekizlisi’nin işareti istikametinde oy veren halk gibi düşünmüyoruz. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, TBMM’de, iktidarın çaldığı düdük istikametinde oy vermeyen milletvekillerine antidemokratik damgası vuran bu halk, daha sonra ‘Malum Sekizli’nin buyruklarına göre oy verdiğinde bizim bunu görmeyeceğimizi veya görüp de sükûtla karşılayacağımızı nasıl düşünebilir?

    ‘Malum Sekizli’nin emriyle iş yapmak demokrasi oluyor da bizim öz vicdanlarımızla iş yapmamız neden antidemokratik oluyor? Bir halk böyle bir hükmü nasıl verebilir? Verirse ona kimin halkı derler? Biz bu yapılanı tasdik etmiyoruz. Biz bunun aksini düşünüyoruz ve düşünmeye devam edeceğiz. Biz, Türk halkının ‘demokrasi’ adı altında kandırıldığını, milyar dolarlık para, yiyecek, giyecek, beyaz eşya vs. dağıtılarak aldatıldığını, böyle bir oyuna teslim olacak hale getirildiğini esefle seyrediyoruz.

    Bizim görüşümüz, inancımız şudur:

    Bu seçimde imanla imkân karşı karşıya geldi ve imkân kazandı, iman kaybetti. İman tarafında olduğumuz için siyaseten biz de kaybettik.

    Bu seçim münasebetiyle şu açıkça görülmüştür: İstiklal Harbi’nde imkânın değil, imanın yanında yer alan Türk halkı, bu ruh ve azminden çok şey yitirmiştir. Türk halkı imanın yanında yer almanın sabır, ıstırap ve tahammül yükünü taşımaya aday olmanın dışına çıkmış görünüyor.

    Bu bizi kahırlandırıyor, çocuklarımızın yarınları için kaygımız büyüktür.

    Umarız aldanan biziz. Umarız Haçlı kodamanların ve onların borazanlığını yapanların söyledikleri gibi, biz paranoya içindeyiz; çağdışı, marjinal kalmışız. Umarız durum böyledir. Yanılan biz olalım, isabet edenler, Bush, AB, Karmanlis, Papadopulos, Barzani, Talabani, Patrik, Papa ve onlar gibi düşünenler olsun.

    Bu satırları yazan bendeniz, Türk halkını yirmi yıldır uyandırmaya, aydınlatmaya, zulüm ve ikiyüzlülüğe karşı ayağa kaldırmaya çalışan ve bu seçim münasebetiyle boşuna uğraştığını anlayan HYP Genel Başkanı, kendi vicdanımı tatmin eden cevabı Kur’an’ın Ra’d Suresi 11. ayetinde bulmaktayım.


    Herkes tercihinin karşılığını elbette görecektir.



    Vicdanımız; tarihin, toplumun ve Tanrı’nın huzurunda rahat. Artık hiç kimse HYP camiasını itham edemez. Ama biz herkesi itham hakkını kazanmış bulunuyoruz.

    HYP, ilk defa seçime giren bir partidir. Bütün imkânsızlıkları büyük bir dirayet ve sabırla aşarak işimizi mükemmel biçimde yaptık. Rekor bir zamanda teşkilatlarını tamamladığımız HYP’yi, 81 ilde tam liste seçime soktuk. Siyaset tarihimizde ilk kez, kadın oranını seçim listelerinde %37 gibi bir rakama çıkarıp o rekoru da elimize aldık.

    Halk bizi değil, küresel güçlerle onların şarkısını çalan işbirlikçileri dinledi. Umudumuz, yaptığının hayrını görmesidir. Belirgin niteliği vukuf ve dürüstlük olan bir siyaset ocağının temsilcileri olarak mertçe söyleyelim ki biz bu tercihe asla saygı duymuyoruz. Umarız yanılan biz oluruz. Hüküm vermek için vakit henüz erken.

    HYP, bu seçime 14. parti olarak girdi (diğer on üç parti daha önceki seçime de girmişti) , 8. parti olarak çıktı. Bir rekorumuz daha var:

    Aldığımız iki yüz bin civarındaki oyu, birkaç şehirden, bir-iki bölgeden değil, tüm Türkiye’den aldık. Ülkenin en ücra köylerinden bile oyumuz var. Ne kadarsa ne kadar, ama her yerden oy aldık. Bunun siyaset diliyle ifadesi şudur:

    HYP, bütün Türkiye’de bir siyaset markası olmuştur. HYP, artık bir Türkiye partisidir.

    Sadece siyasetçi olarak değil, sabır, tahammül, fedakârlık ve feragatlarıyla bir destan yazan bütün kurmaylarıma, bütün çalışanlarımıza, bütün mensuplarımıza ve bize oy verme basîret, feraset, cesaret ve imanını gösteren yurttaşlarımıza tüm yüreğimle şükranlarımı, saygılarımı, sevgilerimi iletiyor, hepsini kucaklıyorum.

    İmanın imkânı alt etmesi için yürümeye devam edeceğiz.

    “Yarın elbet bizim, elbet bizimdir;
    Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir.”

    Benim kahraman arkadaşlarım!

    Dik durun, imanınıza güvenin, fenaya ve faniye mağlup olmamak gibi bir büyük onurun temsilcileri olarak gururlanın! . Çileli yolumuza devam ederken zamanüstü kelamın şu ilahî nağmeleri vicdan kulağınızda sürekli canlı kalsın:

    “GEVŞEMEYİN, TASALANMAYIN! EĞER İNANIYORSANIZ ÜSTÜN OLAN SİZSİNİZ.” (Âli İmran, 139)

  • Vehbi Can
    Vehbi Can

    HAMAM BÖCEKLERİ IŞIKTAN NEDEN RAHATSIZDIR? Cevap:YARADILIŞLARI GEREĞİ...

    Anlatmak, insanın idrakine hitap etmektir. Anlatmak; iyi niyetin, aydınlatma isteğinin, insana ve hayata saygının bir uzantısıdır. Kutsal metinler, bütün aydınlık öncülerinin ‘anlatıcılar’ olduğunu, olması gerektiğini dile getirir. Kur’an’a göre, bütün peygamberler anlatıcıdırlar. Onların görevleri de özellikleri de anlatmaktır.

    Kur’an, insanın, kendisine anlatılanı anlayacak donanımla dünyaya gönderildiğini defalarca ifadeye koyar. Bütün peygamberler ‘mübîn’ insanlardır. ‘Mübîn’, apaçık anlatan, ayrıntılarıyla anlatan kişi demektir. Kutsal metinlerin ortak niteliklerinden biri de onların ‘mübîn’ olmasıdır. Yani, tanrısal anlayış ve yönteme göre, hem anlatan mübîndir hem de anlatma konusu yapılan. Başka bir deyişle, hem peygamber mübîndir hem de getirdiği kutsal metinler.

    Yaratıcı Kudret şunda ısrarlıdır: Zahmete katlanmayı göze alanlar, anlatmayı er-geç başarırlar. Ve bu başarı hayatın ve insanın başarısı olur. Bu başarı mutluluk ve rahatlık getirir.

    Dayatmaya gelince; o, hem yapısı hem de amacı bakımından anlatmanın tam tersidir. Dayatmacı, insanın idrakine hitap etmez, insanı anlamadığı ve ısınmadığı şeyi kabule zorlar. Bu bazen baskı, bazen de açık zulüm şeklinde belirir. Esasında, dayatmanın bizzat kendisi bir zulümdür.

    Peygamberleri ‘mübîn’, mübelliğ (bir gerçeği insana ileten) ve ‘müzekkir’ (hatırlatan, öğüt veren, aydınlatan) olarak niteleyen Kur’an, onların ‘musaytır’ (despot, baskıcı) olmadıklarını, olmamaları gerektiğini de ısrarla belirtir. Aydınlatıcılar anlatırlar, ama baskı ve zorlamaya (ikraha) asla gidemezler. Hayat ve din, sonuç olarak da mutluluk ve başarı ikrahtan arınmışlık üzerine kuruludur. Bunun içindir ki, “Dinde ikrah yoktur, olmamalıdır.”

    Yaratıcı irade ve bu iradenin insanlık dünyasına taşıyıcıları olan peygamberler ve kutsal metinler şuna sürekli vurgu yapar:

    'Dinde baskı-zorlama-tiksindirme yoktur. Doğru bilgiye dayalı eriş, bozuk bilgiye dayalı sapıştan açık bir biçimde ayrılmıştır.' (Kur’an, 2/256)

    Yaratıcı Kudret, yaratıp donattığı insanın anlama gücünden emindir. İnsana iyi niyet ve sabırla hitap edildiğinde, yani anlatıldığında, insan, anlatılanı anlayacaktır. Anlatacak bir şeyiniz yoksa veya anlatılacak olanı anlatamıyorsanız bunun suçu anlatıcınındır, dinleyenin değil.

    Anlatmak yerine dayatmaya gitmenin sebeplerinden birincisi, konuşanın yetersizliğidir. Anlatamayanlar, anlatacak bir şeylere sahip olmayanlar veya anlatma niyetinden yoksun bulunanlar, dayatırlar. Anlatmanın dayanakları özgüven, iyi niyet, akıl, vicdan, ilim ve nihayet sevgidir. Dayatmanın dayanakları ise kendine güvensizlik, egoizm, baskı, akıldışılık ve nihayet kindir.

    Anlatmak, sabır ister, fedakârlık ister. Anlatmanın başarısı uzun vadede gelir ama bir kez gelince de pörsümez, ölmez. Dayatmak ise ucuzdur, kolaydır; kısa vadeli çıkarlar sağlar ama sonu hüsran ve perişanlıktır. Dayatmanın getirdiği sonuç, insanın iç dünyasına, akıl ve idrakine yerleşmediği için, bir süre sonra insan ve hayat tarafından itilip atılır.

    Dayatmaya bağlanan fikirler de sistemler de kazançlar da kısa bir süre sonra çürür, çöker, yerle bir olur.

    Hayatın kanunu, Yaratıcı’nın iradesi budur.

    Bu genel tespitten sonra özel konumuza gelelim:

    17 Mayıs 2006 günü, dinci militanlar tarafından gerçekleştirilen Danıştay Katliamı, inkâr ve tevil edilmez şekilde bir kez daha göstermiştir ki, Türkiye’de dinle devlet, İslam’la laiklik, dindarla çağdaşlık barışık değildir. 84. yılını kutlamaya hazırlandığımız Cumhuriyet’le İslam’ın, Cumhuriyet’in kurucusu Atatürk’le Müslümanların barış ve kucaklaşması gerçekleştirilememiştir. Çünkü İslam ve tebliğcisi Hz. Muhammed ile Cumhuriyet ve kurucusu Mustafa Kemal halkımıza anlatılmamış, dayatılmıştır. Halkın Yükselişi Partisi’nin temel söylemlerinden birinden yararlanarak konuşursak, halkımızın seyretmek zorunda kaldığı tablo, Muhammed ile Mustafa’nın ahenk ve barışını ortaya koyan bir tablo değil, didişme ve çelişme halinde olduklarını göstermeye uyarlanmış bir tablodur.

    İyi niyet ve temiz bir vicdanla baktığımızda, uyuşma ve barışmaları aklın ve gerçeğin icabı olan İslam ile Atatürk Cumhuriyeti’nin yani Muhammed ile Mustafa’nın barışı bir türlü kurulamamıştır. Bu barış kurulamadığı içindir ki, Muhammed’den de Mustafa’dan da vazgeçmek istemeyen Türk milleti bir türlü huzur bulamamaktadır. Muhammed’e de Mustafa’ya da muhtaç olduğunu vicdanı ve aklıyla fark eden Türk milleti, bu iki değerin barışına giden yolların dikenlenmesi yüzünden sürekli ıstırap çekmektedir.

    Yolları dikenleyenler kimlerdir?

    Yolları dikenleyenler, İslam’ı ve Atatürk’ü dayatma aracı yapanlardır. Bugün bizler, bir yandan Muhammed’i, öte yandan Mustafa’yı dayatma konusu yapanların yarattıkları kahırlı kıskacın ortasında acı çeken bir halkın feryatları ve bu feryatları Türkiye aleyhine istismar eden Haçlı emperyalistler güruhu ile karşı karşıyayız.

    İslam’ı; Arap takkesini din yapan Emevî dincileri (siyasal İslamcılar) , Atatürk’ü ise büst ve rozetleri ‘Atatürk’ diye pazarlayan ‘Atatürk bezirgânları’ dayattı. Bunların biri dini anlatmadı, öteki de Atatürk’ü. Biri İslam’ı dayattı, ötekisi Atatürk’ü...

    Neden? Çünkü İslam’ı anlatsalardı, dini, Atatürk’ü anlatsalardı Atatürk mirasını sömüremezlerdi. Oysaki o sömürüye ihtiyaçları vardı. Yaratıcı ruhları, sağlam kişilikleri, dünyayı, bölgemizi ve ülkemizi layıkıyla okuyacak bilgi ve birikimleri yoktu; bir şeylere, bir yerlere dayanmaya muhtaç idiler. Beleşi, ucuzu çok seviyorlardı; dokunulmazlığı da çok seviyorlardı.

    Bir yerlere dayanmak ihtiyacı duyanların bir şeyleri dayatmak zorunda kalacaklarını unutmak, faturası çok ağır bir yanılgıdır. Bir şeyleri dayatanlar, bir yerlere dayanarak dokunulmazlık elde etmek peşinde olanlardır. Özgür ve yaratıcı benlikler ne bir yerlere dayanırlar ne de bir şeyleri dayatırlar.

    Dokunulmazlık elde etmenin en ucuz yolu, değerlere tasallut ve onları dayatma aracı yapmaktır. Bir şeyleri dayatarak dokunulmazlık kazananlar bunu sürdürmek için gerçeği anlatanları aforoz ederler. Bütün musallat beleşçiler aforozcudur.

    Aforoz; değer, kişi veya kurumların gerçeğini temsil edenlerin bunların sömürüsünü yapanlar tarafından bu değerlere karşı olmakla itham edilmesidir. İnsanlık tarihinin en sefil, en hayasız ve en zalim sömürüsü aforozculuktur. Aforozculuğun en namussuz ve şeytanî süreci engizisyon, en alçak temsilcileri de kilise babalarıdır. Batı, kilisenin bu zulmünden kendisini kurtardı ama aforozu tüm dünyadan kovmak için kılını kıpırdatmadı. Tam aksine, onu sevmediği kitlelerin hayatına soktu; Müslümanların hayatına soktu. Bugünkü dünyada aforozculuğun bir numaralı mekânları Müslüman coğrafyalardır. Bu demektir ki, değerlerin gerçek temsilcilerinin kahra, sömürücülerin ise nimet ve itibara layık görüldüğü coğrafyalar Müslüman coğrafyalardır. Türkiye, büyük Atatürk sayesinde bu coğrafyaların cehennemî kıskacından çıkar gibi oldu ama içten ve dıştan ortaklaşa kotarılan karşı devrim, bu süreci kırdığı için Türkiye tekrar o kıskacın içine itildi. Dahası, Atatürk öncesindeki dinci aforozun yanına Atatürkçü aforozu da ekleyerek ‘aforoz kahrı’nı ikiye katladı.

    İslam’a ve Atatürk’e musallat olanlar sık sık aforoza başvurdular. Bu aforozun kurum, kişi ve kavram putlarını oluşturdular. Fesat, soygun, vurgun ve bazen de ihanet sergiledikleri duvarlar arasına ‘Allah’ın evi’ yaftası yapıştıran dinci aforozculara, yeni dönemlerde ‘Atatürk’ün partisi, Atatürk’ün derneği, Atatürk’ün falanı, filanı’ aforozcuları eklendi. Hiç kimse çıkıp da “Atatürk’ün kendisi, fikirleri, çilesi, hasreti, ışık ve aydınlığı nerede? ” diye soramadı. Bu sorular, Atatürkçü aforozun öne çıkardığı rozetler, büstler, sloganlar ve tehditler altında boğuldu, ezildi.

    Öyle korkunç bir aforozculuk geliştirildi ki, 'İslam nedir, biraz anlatır mısınız! ' veya 'Atatürk’ü bize tanıtır mısınız! ' demek bile aforoza çarpılmak için yeterli oldu.

    İslam, dincilerin, Atatürk de ‘Atatürkçüler’in dokunulmazlık aracı olarak donduruldu. Yeni nesiller, 'Biz İslam’ı veya Atatürk’ü niçin seviyoruz, neden sevmeliyiz? ' sorularına yeterli cevabı bulamadılar.

    Özetleyelim: Cumhuriyet dönemi, ne yazık ki, iki ölümsüz ve erdirici değerimizin (İslam ile laiklik, Muhammed ile Mustafa) anlatılması yerine dayatılmasıyla belirginleşen bir dönem oldu. Bu ters gidiş, can damarlarımızı parçalamaya, acımızın paydasını büyütmeye devam ediyor. Türkiye’nin ekonomiden sanata, tarihten felsefeye bütün sıkıntılarının temelinde bu terslik, bu namertlik ve bu yanlış yatıyor. Bu yanlış düzeltilmeden ne içeride huzur bulmamız mümkündür ne de dışarıdan bindirilen tasallutu aşmamız.

    Bu satırların yazarı, şu anda lideri olduğu siyasal partiyi işte bu kaygıların itişiyle kurdu. Onun bu kaygıları yıllardan beri vardı, ama bu kaygılar, 11 Eylül terör olayı ile iyice kemirici olmaya başladı. Çünkü 11 Eylül terör olayı, Türkiye özelinde İslam üzerinden yürütülen politikaları, dünya genelinde de geçerli hale getirmişti. Bunun öne çıkardığı gerçek şu olacaktı: Türkiye’yi tahribe yönelik Haçlı-emperyalist politikalar artık İslam kullanılarak yürütülecektir. Ilımlı İslam, karma namaz, rahibe usulü tesettür, İncilleştirilmiş Kur’an denemeleri, dinci cemaat başlarının Papa önünde arzı ubudiyet etmeleri, tarîkat şeyhlerinin ABD ve İsrail denetim ve himayesine girmeleri, siyasal İslamcı Cumhuriyet düşmanlarının Haçlılarca desteklenmeleri bu yürütmenin uzantıları oldu. İslam’la laikliğin, devletle dinin, Muhammed ile Mustafa’nın ağır bir kavgaya sokulacağı kesindi. Bu satırların yazarı bunun böyle olacağını çok erken bir zamanda anlamış ve Türkiye’yi de dünyayı da bu konuda uyarmıştır. 'Batı Sömürgeciliği ve İslam Dünyası' ile 'Kur’an verileri Açısından Laiklik' kitapları bu uyarının belgeleridir.

    Uyarının daha emin ve elle tutulur belgesi ise onun, Halkın Yükselişi Partisi (HYP) ni kurmasıdır.

    O bilmekte ve inanmaktadır ki, 11 Eylül sonrası Ortadoğusunda büyüyen acıyı ve çarpıklığı aşmak için bu coğrafyanın onun birikimine, dirayet ve deneyimine ihtiyacı vardır. Bu birikim, İslam’ı ve Atatürk’ü çok iyi bilen, sentezleyen bir birikimdir. Henüz hayata geçmemiştir, sadece mimarının kitaplarında ipuçları vardır. O ipuçlarından hareketle kurtarıcı bir reçete ortaya koymaksa yine o mimarın işi olacaktır. Bu reçete hiçbir vekâletle hazırlanamaz.

    Ortadoğu’ya ve Türkiye’ye bir kez daha seslenmek istiyorum: Atatürk Cumhuriyeti’nin 84. yılını kutlamaya hazırlandığımız şu günlerde, dinle devletin, İslam’la laikliğin, Müslümanla çağdaşlığın kavgası şiddetini artırarak devam ediyor. Bu ülkenin bin yıllık düşmanı olan Haçlı emperyalistler, anılan kavgadan yararlanmak için, siyasetlerinin eksenine, Ilımlı İslam adıyla yozlaştırılmış bir sömürü dini yerleştirerek üstümüze çullanıyorlar. İçerideki din ve Atatürk sömürücülerinin karşılıklı ahmaklık ve aymazlıklarından beslenen karmaşayı ustalıkla kullanarak Türkiye’yi çöküşe, tükenişe götürüyorlar.

    Bütün imanımla bir kez daha söylüyorum ki, HYP kurmayları olarak bizlerden başka hiçbir siyasal parti veya kadro bu karmaşaya son veremez; devletle dini, laiklikle İslam’ı bağdaştırıp barıştıramaz. Çünkü bu barış için gerekli bilgiye, donanıma, dahası iyi niyete sahip değillerdir. Olsalardı, hepsi birbirinden türeme olan bu siyasal kadrolar bu işi bu güne kadar çözüme ulaştırırlardı. Bu ülkeyi 60 yılı aşkın bir süredir bunlar yönetmiştir. Çözümü getiremediklerine göre ya niyetleri bozuktur ya da dirayetleri yetersiz kalmıştır. İki halde de artık milletin yakasından düşmek ve işi bize bırakmak zorundadırlar.

    Halkın Yükselişi Partisi liderliği ve kadroları olarak biz, yalnız ve sadece biz, bu ıstıraba son verebiliriz.

    Halkın Yükselişi Partisi liderliği ve kadroları olarak biz, sadece biz, dinle devleti, laiklikle İslam’ı barıştırabiliriz.

    Evet, Ulu Çınar’ın liderliği ve kadroları olarak biz, sadece biz, Muhammed ile Mustafa’nın ayrık değil, birlik; çelişik değil, barışık iki ölümsüz değerimiz olduğunu gösterebiliriz.

    Bütün İslam dünyası, ama özellikle Müslüman-Türk dünyası bilmelidir ki, mutlu ve onurlu bir insanlık için Muhammed ne istemişse Mustafa da onu istemiştir. Aksi olsaydı, Muhammed’in düşmanları aynı zamanda Mustafa’nın da düşmanı olurlar mıydı?

    Muhammed ile Mustafa’nın kucaklaştığı yeni bir cihan yaratmak için çalışanlara selam olsun!

    Ve o kucaklaşmanın aydınlık günlerine selam olsun!

  • Zilan
    Zilan

    Şarlatanın bayrak tutanı.....! !

    Birde kendisine bakmadan siyasete soyunuyor , vallahi zorluk çekmez, din söylemleri ile verdiği uyduruk fetvaları veren insan, rahatlıkla yalan söyleyebilir.

  • Duffy Duck
    Duffy Duck

    Halkın, Halklar, Halka gibi kelimere yaklaşık 10 senedir mide bulantısı duyduğumdan antipatim olacak olan bir siyasi çatı.

  • Vehbi Can
    Vehbi Can

    Ahlakın esası dürüstlüktür. Yani olduğun gibi görünmek veya göründüğün gibi olmak...

    Zaafların bulunması insanı ahlaksız yapmaz, hatalı yapar, günahkâr yapar. Hatalar tamir edilir, günahlar ise tanrısal rahmet tarafından affedilir..

    Ahlaksızlık yani dürüst olmamak farklı bir şeydir. Hatalı olmak bir zaaftır, sürçmedir. Ahlaksızlık ise bir temel çürümedir, kötü niyet ürünüdür.

    Türkiye’deki akıl almaz çarpıklıkların başında din-ahlak ilişkisindeki çelişki gelmektedir.

    Türkiye, görülmedik bir hızla dincileşirken, görülmedik bir hızla da ahlaksızlaşmaktadır. Yalancılık, dolandırıcılık, yolsuzluk, düzenbazlık...gibi temel bozukluklar listesinde her gün biraz daha yukarılara çıkışımız, dünyanın izlediği ve bizim de önümüze koyduğu bir gerçektir.

    Ne yazık ki Türkiye, yalandan hırsızlığa, kamu kaynaklarını talandan mafya zulümlerine kadar her türlü suç ve rezilliğin, her türlü ahlaksızlık ve düşüklüğün doruğa tırmandığı bir ülke haline gelmiş bulunuyor.

    Bir yanda, temeli ve amacı ahlak olan İslam adına yüz bine ulaşan cami, (sağlık ocaklarının toplam sayısı 7500, okulların toplam sayısı 67 bin) , dinde bid’at olmasına rağmen gökleri tırmalayan yüz binlerce minare, öte yanda zirveye tırmanmış ahlaksızlık...

    Bundan ilginci, ahlaksızlığın en zehirlisi olan riyakârlık, iftira, kamu kaynaklarının talanı gibi temel çürümelerde öne çıkmış isimlerin önemli bir kısmı dincilikleriyle de ünlü kişiler...

    Böyle bir çarpıklık tarihte az görülmüştür.

    Dinselleşme arttıkça ahlaksızlık, vurgunculuk ve ikiyüzlülük de artıyor.

    Bu nasıl iştir, nasıl bir garabettir? !

    Dinin gerçeğinin uygulanmasına bile, 'ibadette azalma yaratılıyor' gerekçesiyle karşı çıkan insanların, orman yağmalamasına, kamu mallarının talanına, insan haklarının çiğnenmesine, kadının horlanıp ezilmesine karşı çıktıklarına tanık olamıyoruz.

    Kısacası, İslam, birileri aracılığıyla âdeta ahlaksızlık, akıl dışılık, düzenbazlık üreten bir din olarak algılanır oldu.

    Siyaseti çürüten temel olumsuzluk da dürüstlüğün göçürülmesidir. Siyaset, ne yazık ki, büyük çoğunluğu itibariyle, olduğu gibi görünmeyenlerle göründüğü gibi olmayanların kümelendiği bir mesleğe dönüştürüldü.

    Her gün, her yerde şunu duyabilmekteyiz: 'Falanca mı? Yok canım, o siyaset yapamaz, imkânsız. Çünkü o adam düzgün adam; yalan-dolan bilmiyor, haram lokmaya karşı. Başarılı olamaz....'

    Siyaset dendi mi ilk söylenen bu. Bu zehirli söylem, kamu vicdanı haline getirilmiş. Bunun anlamı acaba şu mu?

    'Ne yapalım, ülkeyi kirliliğe teslim etmekten gayrı çaremiz yok! '

    Siyasetimizin duayenlerinden birine yıllar önce, 'Efendim, falancanın ahlaksal tarafı çok bozuk çıktı; onu yanımızdan uzaklaştırsak! ' dediklerinde cevabı şu olmuş: 'Ben, iyi ahlak derneği kurmadım, parti kurdum; siyaset yapıyorum.'

    Ahlakı bir meslek gibi algılayan bu bakış açısı, ne yazık ki, Türk siyasetinde yıllardır egemen olan anlayıştır.Türk siyasetini çürüten ve oy kullanma durumundaki insanların % 32’sinin sandığa gitmesine engel olan olumsuzluk işte bu anlayışın yarattığı güvensizliktir.

    Siyasete güvensizliğin faturası çok ağır olmuştur. Kullanılan oyların % 24 ile Parlamento' daki sandalyelerin % 67’sini bir partiye veren korkunç çarpıklık ortada dururken siyasete güvenden söz etmek mümkün olabilir mi? Ne demektir bu? Şu demektir:

    Türkiye’yi bugün siyasete güvenin oluşturduğu bir iktidar değil, güvensizliğin ürettiği bir iktidar yönetiyor. Başka türlü ifade edelim:

    Ülkemizde, demokrasi adı altında karmaşa egemendir. Gerçek demokrasi yerine Türkiye’ye özgü bir 'kapkaç demokrasisi' sahnededir. Siyasal Partiler Kanunu ile Seçim Kanunu’nun yaşatmakta olduğu sistem, iliklerine kadar antidemokratiktir; insan haklarına aykırıdır. Bunu bilen yok mu? Bilen var, ama gereğini yapan yok! Eğer demokrasi diye bir şey varsa, Türkiye’deki tablonun anlamı budur.

    % 76’nın iradesi nedir ve nerededir?

    Şimdi ne oluyor? % 92’lik bir çoğunlukla kabul edilmiş bir anayasa, yüzde 24’lük bir oyla değiştiriliyor. Buna 'demokrasinin sonucu' denebilir mi?

    Hayır! Bu, demokrasinin sonucu değil, antidemokratik siyasetin yol açtığı sistem yozlaşmasının sonucudur. Eğer demokratik bir halk seferberliği ile ülkenin önünü açmak üzere seçime hazırlık çalışmalarını yürüten Halkın Yükselişi Partisi’nin halkımıza sunduğu yeni, güvenli, birikimli teklif görmezlikten gelinirse Türkiye’nin sonu hüsrandan başka bir şey olmayacaktır.

    Ötekilerin tümü denenmiş, bugünkü perişanlığı yaratmıştır. Diriliş ve kurtuluş, ötekilerin devamı olmayan yenide, gerçek yenidedir.

    Diriliş ve kurtuluş HYP’nin Ulu Çınarı’nın altında toplanmaktadır.

    Milletimizin bu kutlu ve mutlu reçeteyi layıkıyla değerlendirmesi niyazıyla tüm halkımıza güzel yarınlar diliyorum.

    Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk
    HYP Genel Başkanı

  • Vehbi Can
    Vehbi Can

    Anlatmak, insanın idrakine hitap etmektir. Anlatmak; iyi niyetin, aydınlatma isteğinin, insana ve hayata saygının bir uzantısıdır. Kutsal metinler, bütün aydınlık öncülerinin ‘anlatıcılar’ olduğunu, olması gerektiğini dile getirir. Kur’an’a göre, bütün peygamberler anlatıcıdırlar. Onların görevleri de özellikleri de anlatmaktır.

    Kur’an, insanın, kendisine anlatılanı anlayacak donanımla dünyaya gönderildiğini defalarca ifadeye koyar. Bütün peygamberler ‘mübîn’ insanlardır. ‘Mübîn’, apaçık anlatan, ayrıntılarıyla anlatan kişi demektir. Kutsal metinlerin ortak niteliklerinden biri de onların ‘mübîn’ olmasıdır. Yani, tanrısal anlayış ve yönteme göre, hem anlatan mübîndir hem de anlatma konusu yapılan. Başka bir deyişle, hem peygamber mübîndir hem de getirdiği kutsal metinler.

    Yaratıcı Kudret şunda ısrarlıdır: Zahmete katlanmayı göze alanlar, anlatmayı er-geç başarırlar. Ve bu başarı hayatın ve insanın başarısı olur. Bu başarı mutluluk ve rahatlık getirir.

    Dayatmaya gelince; o, hem yapısı hem de amacı bakımından anlatmanın tam tersidir. Dayatmacı, insanın idrakine hitap etmez, insanı anlamadığı ve ısınmadığı şeyi kabule zorlar. Bu bazen baskı, bazen de açık zulüm şeklinde belirir. Esasında, dayatmanın bizzat kendisi bir zulümdür.

    Peygamberleri ‘mübîn’, mübelliğ (bir gerçeği insana ileten) ve ‘müzekkir’ (hatırlatan, öğüt veren, aydınlatan) olarak niteleyen Kur’an, onların ‘musaytır’ (despot, baskıcı) olmadıklarını, olmamaları gerektiğini de ısrarla belirtir. Aydınlatıcılar anlatırlar, ama baskı ve zorlamaya (ikraha) asla gidemezler. Hayat ve din, sonuç olarak da mutluluk ve başarı ikrahtan arınmışlık üzerine kuruludur. Bunun içindir ki, “Dinde ikrah yoktur, olmamalıdır.”

    Yaratıcı irade ve bu iradenin insanlık dünyasına taşıyıcıları olan peygamberler ve kutsal metinler şuna sürekli vurgu yapar:

    'Dinde baskı-zorlama-tiksindirme yoktur. Doğru bilgiye dayalı eriş, bozuk bilgiye dayalı sapıştan açık bir biçimde ayrılmıştır.' (Kur’an, 2/256)

    Yaratıcı Kudret, yaratıp donattığı insanın anlama gücünden emindir. İnsana iyi niyet ve sabırla hitap edildiğinde, yani anlatıldığında, insan, anlatılanı anlayacaktır. Anlatacak bir şeyiniz yoksa veya anlatılacak olanı anlatamıyorsanız bunun suçu anlatıcınındır, dinleyenin değil.

    Anlatmak yerine dayatmaya gitmenin sebeplerinden birincisi, konuşanın yetersizliğidir. Anlatamayanlar, anlatacak bir şeylere sahip olmayanlar veya anlatma niyetinden yoksun bulunanlar, dayatırlar. Anlatmanın dayanakları özgüven, iyi niyet, akıl, vicdan, ilim ve nihayet sevgidir. Dayatmanın dayanakları ise kendine güvensizlik, egoizm, baskı, akıldışılık ve nihayet kindir.

    Anlatmak, sabır ister, fedakârlık ister. Anlatmanın başarısı uzun vadede gelir ama bir kez gelince de pörsümez, ölmez. Dayatmak ise ucuzdur, kolaydır; kısa vadeli çıkarlar sağlar ama sonu hüsran ve perişanlıktır. Dayatmanın getirdiği sonuç, insanın iç dünyasına, akıl ve idrakine yerleşmediği için, bir süre sonra insan ve hayat tarafından itilip atılır.

    Dayatmaya bağlanan fikirler de sistemler de kazançlar da kısa bir süre sonra çürür, çöker, yerle bir olur.

    Hayatın kanunu, Yaratıcı’nın iradesi budur.

    Bu genel tespitten sonra özel konumuza gelelim:

    17 Mayıs 2006 günü, dinci militanlar tarafından gerçekleştirilen Danıştay Katliamı, inkâr ve tevil edilmez şekilde bir kez daha göstermiştir ki, Türkiye’de dinle devlet, İslam’la laiklik, dindarla çağdaşlık barışık değildir. 84. yılını kutlamaya hazırlandığımız Cumhuriyet’le İslam’ın, Cumhuriyet’in kurucusu Atatürk’le Müslümanların barış ve kucaklaşması gerçekleştirilememiştir. Çünkü İslam ve tebliğcisi Hz. Muhammed ile Cumhuriyet ve kurucusu Mustafa Kemal halkımıza anlatılmamış, dayatılmıştır. Halkın Yükselişi Partisi’nin temel söylemlerinden birinden yararlanarak konuşursak, halkımızın seyretmek zorunda kaldığı tablo, Muhammed ile Mustafa’nın ahenk ve barışını ortaya koyan bir tablo değil, didişme ve çelişme halinde olduklarını göstermeye uyarlanmış bir tablodur.

    İyi niyet ve temiz bir vicdanla baktığımızda, uyuşma ve barışmaları aklın ve gerçeğin icabı olan İslam ile Atatürk Cumhuriyeti’nin yani Muhammed ile Mustafa’nın barışı bir türlü kurulamamıştır. Bu barış kurulamadığı içindir ki, Muhammed’den de Mustafa’dan da vazgeçmek istemeyen Türk milleti bir türlü huzur bulamamaktadır. Muhammed’e de Mustafa’ya da muhtaç olduğunu vicdanı ve aklıyla fark eden Türk milleti, bu iki değerin barışına giden yolların dikenlenmesi yüzünden sürekli ıstırap çekmektedir.

    Yolları dikenleyenler kimlerdir?

    Yolları dikenleyenler, İslam’ı ve Atatürk’ü dayatma aracı yapanlardır. Bugün bizler, bir yandan Muhammed’i, öte yandan Mustafa’yı dayatma konusu yapanların yarattıkları kahırlı kıskacın ortasında acı çeken bir halkın feryatları ve bu feryatları Türkiye aleyhine istismar eden Haçlı emperyalistler güruhu ile karşı karşıyayız.

    İslam’ı; Arap takkesini din yapan Emevî dincileri (siyasal İslamcılar) , Atatürk’ü ise büst ve rozetleri ‘Atatürk’ diye pazarlayan ‘Atatürk bezirgânları’ dayattı. Bunların biri dini anlatmadı, öteki de Atatürk’ü. Biri İslam’ı dayattı, ötekisi Atatürk’ü...

    Neden? Çünkü İslam’ı anlatsalardı, dini, Atatürk’ü anlatsalardı Atatürk mirasını sömüremezlerdi. Oysaki o sömürüye ihtiyaçları vardı. Yaratıcı ruhları, sağlam kişilikleri, dünyayı, bölgemizi ve ülkemizi layıkıyla okuyacak bilgi ve birikimleri yoktu; bir şeylere, bir yerlere dayanmaya muhtaç idiler. Beleşi, ucuzu çok seviyorlardı; dokunulmazlığı da çok seviyorlardı.

    Bir yerlere dayanmak ihtiyacı duyanların bir şeyleri dayatmak zorunda kalacaklarını unutmak, faturası çok ağır bir yanılgıdır. Bir şeyleri dayatanlar, bir yerlere dayanarak dokunulmazlık elde etmek peşinde olanlardır. Özgür ve yaratıcı benlikler ne bir yerlere dayanırlar ne de bir şeyleri dayatırlar.

    Dokunulmazlık elde etmenin en ucuz yolu, değerlere tasallut ve onları dayatma aracı yapmaktır. Bir şeyleri dayatarak dokunulmazlık kazananlar bunu sürdürmek için gerçeği anlatanları aforoz ederler. Bütün musallat beleşçiler aforozcudur.

    Aforoz; değer, kişi veya kurumların gerçeğini temsil edenlerin bunların sömürüsünü yapanlar tarafından bu değerlere karşı olmakla itham edilmesidir. İnsanlık tarihinin en sefil, en hayasız ve en zalim sömürüsü aforozculuktur. Aforozculuğun en namussuz ve şeytanî süreci engizisyon, en alçak temsilcileri de kilise babalarıdır. Batı, kilisenin bu zulmünden kendisini kurtardı ama aforozu tüm dünyadan kovmak için kılını kıpırdatmadı. Tam aksine, onu sevmediği kitlelerin hayatına soktu; Müslümanların hayatına soktu. Bugünkü dünyada aforozculuğun bir numaralı mekânları Müslüman coğrafyalardır. Bu demektir ki, değerlerin gerçek temsilcilerinin kahra, sömürücülerin ise nimet ve itibara layık görüldüğü coğrafyalar Müslüman coğrafyalardır. Türkiye, büyük Atatürk sayesinde bu coğrafyaların cehennemî kıskacından çıkar gibi oldu ama içten ve dıştan ortaklaşa kotarılan karşı devrim, bu süreci kırdığı için Türkiye tekrar o kıskacın içine itildi. Dahası, Atatürk öncesindeki dinci aforozun yanına Atatürkçü aforozu da ekleyerek ‘aforoz kahrı’nı ikiye katladı.

    İslam’a ve Atatürk’e musallat olanlar sık sık aforoza başvurdular. Bu aforozun kurum, kişi ve kavram putlarını oluşturdular. Fesat, soygun, vurgun ve bazen de ihanet sergiledikleri duvarlar arasına ‘Allah’ın evi’ yaftası yapıştıran dinci aforozculara, yeni dönemlerde ‘Atatürk’ün partisi, Atatürk’ün derneği, Atatürk’ün falanı, filanı’ aforozcuları eklendi. Hiç kimse çıkıp da “Atatürk’ün kendisi, fikirleri, çilesi, hasreti, ışık ve aydınlığı nerede? ” diye soramadı. Bu sorular, Atatürkçü aforozun öne çıkardığı rozetler, büstler, sloganlar ve tehditler altında boğuldu, ezildi.

    Öyle korkunç bir aforozculuk geliştirildi ki, 'İslam nedir, biraz anlatır mısınız! ' veya 'Atatürk’ü bize tanıtır mısınız! ' demek bile aforoza çarpılmak için yeterli oldu.

    İslam, dincilerin, Atatürk de ‘Atatürkçüler’in dokunulmazlık aracı olarak donduruldu. Yeni nesiller, 'Biz İslam’ı veya Atatürk’ü niçin seviyoruz, neden sevmeliyiz? ' sorularına yeterli cevabı bulamadılar.

    Özetleyelim: Cumhuriyet dönemi, ne yazık ki, iki ölümsüz ve erdirici değerimizin (İslam ile laiklik, Muhammed ile Mustafa) anlatılması yerine dayatılmasıyla belirginleşen bir dönem oldu. Bu ters gidiş, can damarlarımızı parçalamaya, acımızın paydasını büyütmeye devam ediyor. Türkiye’nin ekonomiden sanata, tarihten felsefeye bütün sıkıntılarının temelinde bu terslik, bu namertlik ve bu yanlış yatıyor. Bu yanlış düzeltilmeden ne içeride huzur bulmamız mümkündür ne de dışarıdan bindirilen tasallutu aşmamız.

    Bu satırların yazarı, şu anda lideri olduğu siyasal partiyi işte bu kaygıların itişiyle kurdu. Onun bu kaygıları yıllardan beri vardı, ama bu kaygılar, 11 Eylül terör olayı ile iyice kemirici olmaya başladı. Çünkü 11 Eylül terör olayı, Türkiye özelinde İslam üzerinden yürütülen politikaları, dünya genelinde de geçerli hale getirmişti. Bunun öne çıkardığı gerçek şu olacaktı: Türkiye’yi tahribe yönelik Haçlı-emperyalist politikalar artık İslam kullanılarak yürütülecektir. Ilımlı İslam, karma namaz, rahibe usulü tesettür, İncilleştirilmiş Kur’an denemeleri, dinci cemaat başlarının Papa önünde arzı ubudiyet etmeleri, tarîkat şeyhlerinin ABD ve İsrail denetim ve himayesine girmeleri, siyasal İslamcı Cumhuriyet düşmanlarının Haçlılarca desteklenmeleri bu yürütmenin uzantıları oldu. İslam’la laikliğin, devletle dinin, Muhammed ile Mustafa’nın ağır bir kavgaya sokulacağı kesindi. Bu satırların yazarı bunun böyle olacağını çok erken bir zamanda anlamış ve Türkiye’yi de dünyayı da bu konuda uyarmıştır. 'Batı Sömürgeciliği ve İslam Dünyası' ile 'Kur’an verileri Açısından Laiklik' kitapları bu uyarının belgeleridir.

    Uyarının daha emin ve elle tutulur belgesi ise onun, Halkın Yükselişi Partisi (HYP) ni kurmasıdır.

    O bilmekte ve inanmaktadır ki, 11 Eylül sonrası Ortadoğusunda büyüyen acıyı ve çarpıklığı aşmak için bu coğrafyanın onun birikimine, dirayet ve deneyimine ihtiyacı vardır. Bu birikim, İslam’ı ve Atatürk’ü çok iyi bilen, sentezleyen bir birikimdir. Henüz hayata geçmemiştir, sadece mimarının kitaplarında ipuçları vardır. O ipuçlarından hareketle kurtarıcı bir reçete ortaya koymaksa yine o mimarın işi olacaktır. Bu reçete hiçbir vekâletle hazırlanamaz.

    Ortadoğu’ya ve Türkiye’ye bir kez daha seslenmek istiyorum: Atatürk Cumhuriyeti’nin 84. yılını kutlamaya hazırlandığımız şu günlerde, dinle devletin, İslam’la laikliğin, Müslümanla çağdaşlığın kavgası şiddetini artırarak devam ediyor. Bu ülkenin bin yıllık düşmanı olan Haçlı emperyalistler, anılan kavgadan yararlanmak için, siyasetlerinin eksenine, Ilımlı İslam adıyla yozlaştırılmış bir sömürü dini yerleştirerek üstümüze çullanıyorlar. İçerideki din ve Atatürk sömürücülerinin karşılıklı ahmaklık ve aymazlıklarından beslenen karmaşayı ustalıkla kullanarak Türkiye’yi çöküşe, tükenişe götürüyorlar.

    Bütün imanımla bir kez daha söylüyorum ki, HYP kurmayları olarak bizlerden başka hiçbir siyasal parti veya kadro bu karmaşaya son veremez; devletle dini, laiklikle İslam’ı bağdaştırıp barıştıramaz. Çünkü bu barış için gerekli bilgiye, donanıma, dahası iyi niyete sahip değillerdir. Olsalardı, hepsi birbirinden türeme olan bu siyasal kadrolar bu işi bu güne kadar çözüme ulaştırırlardı. Bu ülkeyi 60 yılı aşkın bir süredir bunlar yönetmiştir. Çözümü getiremediklerine göre ya niyetleri bozuktur ya da dirayetleri yetersiz kalmıştır. İki halde de artık milletin yakasından düşmek ve işi bize bırakmak zorundadırlar.

    Halkın Yükselişi Partisi liderliği ve kadroları olarak biz, yalnız ve sadece biz, bu ıstıraba son verebiliriz.

    Halkın Yükselişi Partisi liderliği ve kadroları olarak biz, sadece biz, dinle devleti, laiklikle İslam’ı barıştırabiliriz.

    Evet, Ulu Çınar’ın liderliği ve kadroları olarak biz, sadece biz, Muhammed ile Mustafa’nın ayrık değil, birlik; çelişik değil, barışık iki ölümsüz değerimiz olduğunu gösterebiliriz.

    Bütün İslam dünyası, ama özellikle Müslüman-Türk dünyası bilmelidir ki, mutlu ve onurlu bir insanlık için Muhammed ne istemişse Mustafa da onu istemiştir. Aksi olsaydı, Muhammed’in düşmanları aynı zamanda Mustafa’nın da düşmanı olurlar mıydı?

    Muhammed ile Mustafa’nın kucaklaştığı yeni bir cihan yaratmak için çalışanlara selam olsun!

    Ve o kucaklaşmanın aydınlık günlerine selam olsun!

  • B B
    B B

    namaza 3 vakittir diyen tesbihlere pisliktir camilerden uzaklaştırılmalıdır diyen dengesiz dini siyasete karıştıran soytarı. ayşe özgün bile bıktı bundan.

  • Baki Bilge
    Baki Bilge

    Değeri ve haklılığı her geçen gün daha iyi anlaşılan büyük Türk-İslam aydını ve siyaset adamı.

  • Kerim Abdulcebbar
    Kerim Abdulcebbar

    Türkleri kandırmak kadar kolay bir şey yok,

    Yaşar nuri öztürkü tanısaydınız, -yerlere tükürmeyiniz- uyarısının yerine - yaşar hocanın sıfatına gidiniz- diye tabela bulundururdunuz.. :)

  • Seçil Sevecen
    Seçil Sevecen

    yaşar nuri öztürk diyor ki her şey Kuran'a göre olmalıdır diye.ve Kuran'da da namaz kılın diyor ve vakitleri belirtilmiyor.öztürk diyorki Kuran'da sadece namaz kılın diyor vakitleri yok yani istediğimiz vakit kılabiliriz diye ama bunun şurası da var peygamberimiz vakitlere göre kılıyordu ayrıca namazın farzlarından biriside namazın vaktinde kılınmasıdır işte insanlara böyle yalan yanlış bissürü bilgi veren saçma sapan zavallı bi ilahiyat mezunu ama sadece ilahiyat mezunu o kadar sadece...

  • Sultan Fatih Yağcı
    Sultan Fatih Yağcı

    yaşar hocam
    çekil aradan
    sonra gel..
    :)