EMEKÇİ GÖLGELİĞİ
Dinlenme salonuna girince geçip, acılarını bir yaralı serçe gibi yüreğinde taşıyan Düve Selim’in yanına oturuyorum. Samsun sigarasından bir tek çekip bakır rengi dudaklarıma tutuşturunca Düve’nin elinde yanmakta olan sigarasına uzandım. Kabadayı gibi ayakkabısının ökçesine basan Fatih Terim, dünkü maçta Yıldıray’ı oyundan almıştı, merak edip sordum..
-Hoca, Yıldıray’ı kötü oynadığı için mi oyundan aldı?
Kafasının içinde kendisiyle cebelleşen Düve konuşmakta gecikince ablak suratlı Şeyh ecinli buyurganlığı ile konuşmaya başladı.
-Adam şampiyonlar liginde doksan dakika oynadı. Belki de yorulmuştu.
Tekstil işçilerinin bu gölgelikteki yaşamları hiç oynamak istemedikleri bir senaryo gibiydi, belki de kendi yazdıkları bir senaryo… İnsanlar tutkularına ve bilgi birikimlerine göre maçı farklı yorumluyorlar. Hayatta burkularak yaşayan Kel Ali ağzını yamulturken şöyle bir doğruldu.
-Ümit, Yunanistanlı oyuncuyu ceza sahasının bir metre dışında düşürdü, İspanyol hakem penaltı verdi, taraf tuttu.
Futbolda her pozisyonun bir celsesi yok, herkes bir kafadan konuşuyor. Bu arada uysal bakışlı Düve Selim, midye çıkarır gibi dalıp gitmiş, sol elimle bacağına vuruyorum.
-Mülayim şairler gibi başka bir aleme uçtun, iki laf da sen et.
-Abi, dinlemek daha iyi.
-Merak eder dururum, sen çocukken ateşli bir hastalık mı geçirdin?
-Abi, menenjit geçirmişim, anam da bilmemiş, beni yatağa sarmış. Ateş de benden bir şeyler alıp götürmüş işte…!
Gülüşüyoruz. Dinlenme sürem dolmuştu, kalktım, hayatın çökerttiği omzumu bir yana düşürerek aheste aheste makineme doğru gidiyorum. İşçi gölgeliği, dinlenme salonuna postada iki kez on beşer dakika geliyoruz.
Saat on üçte mızıl mızıl şikâyet saçan gölgeliğimize girdiğimde dumandan göz gözü görmüyordu. Şiirsel duruşlu iki yıllık dokuma meslek yüksek okulunu bitirdiği halde burada kalitecilik yapan Nurkal, şiir okurken boş bir yere sessizce iliştim. İç denizi sonsuz bir gökyüzü / İçinde yürek taşıyan işçi / Seni ölü bir deniz kızı öptü / Rolün kimsesizlerin kimsesi / Beş kaderden biri hayatın / Seninki, doğruları olmayan yaşam / Kendine çekilme, uzat yüreğini. O şiirini okurken, genç gelinin kocasının haylaz yerine sarıldığı gibi sigarama sarıldım. Kirli sakallı Nurkal şiirini bitirince, ‘Hemşerim, türkü tadındaki yüreğine sağlık. Güzel bir şiirmiş… Sen mi yazdın? ’ dedim. Evet der gibi başını salladı. Şiir ve içtiğim sigara içimi sıvazlayıp beni rahatlattı, dinginliğimi buldum. Makinelerin beynimizi ovalayan çığlığı içerdeki sesle birleşince dinlenme salonumuz arı kovanı gibi uğulduyor, fabrika bacası gibi de kapıdan duman çıkarıyor. Belki bedenimiz biraz dinleniyor, ama belleklerimiz yorgun çıkıyor. İmge bahçemizde ruhlarımızın kendine kanat takıp uçacağı bir iklim yok! .. Toplumsal yaşamın nabzı işçi dinlenme salonlarında atarmış…! Çerkez Hikmet’in dedesi; ‘Benim torunum, Osman Bölükbaşı gibi hatip olacak’ demiş. O şimdi laf ebesi, martavalcının teki… Ne zaman buraya gelse, fıkra ve hikaye anlatıyor. Sanki Dragon’un üç yüzünü almış, anlattıkları bize kaval gibi geliyor...
-Polis sınavına girecektim… O zaman bizim gibi hırkasızları polis yapıyorlar. Hürriyet mahallesinin dolmuşuna bindim, şoför sıkça dikiz aynasından beni kesiyor. Beyaz tenli, uzun saçlı parlak biri! .. Oğlan mıdır, nedir? O baktıkça içim tetikleniyor, bıyıklarımı buruyorum. Şoförlerin dünyasında oğlanın ne işi var, demeyin! .. Futbolcuların dünyasında olur da şoförler de olmaz mı? .. Dikiz aynasından birkaç kez göz göze geldik… Allah var, o bakınca ben de bakıyorum. Tabi, çapkın yüreğim çırpınıyor… Biraz yol alınca başı bağlı bir kadın bindi, dolmuş bomboşken gelip yanıma oturdu. Kadın gayet rahat, sol elini benim bacağımın üzerine koydu! .. Avrat yangın… Benim kuş… Ha havalandı, ha havalanacak! .. Öp babanın elini bu da nereden çıktı? ! .. Arsız elim, püfür füfür eden eteklerin oylumlarında yaylıyor…
Oğlan, ne oluyoruz der gibi aynadan bakıyor, kadın daha atak davrandığından yanaşık düzen hareketini onunla yapıyoruz. Kadın dayanamamış olacak ki. ‘Çok yalnızım’ dedi. İçimden, ‘Lan oğlum oltaya balık takıldı’ diye mırıldandım. İkilem içindeyim. İmtihan mı, kadın mı derken kadın, ‘Durakta inecek var’ demez mi? ’
Aklım başıma gelinceye kadar kadın inmiş, dolmuş iki yüz metre yol almıştı, zaten ineceğim yere de gelmiştim. ‘Uygun bir yerde inecek var’ dedim. Şoför, ‘İnmeseeydinn be Abi’ dedi! .. Beynim dumura uğramış gibi şaşkındım! … Tam yerimden kalkmıştım ki, kadının dolgun cüzdanı yanımda durmuyor mu? Cüzdanı çaktırmadan alıp cebime koydum. Dolmuş da yavaşlamıştı hiçbir şey söylemeden indim. Sınavına girmek için okula doğru yürürken cüzdanı açtım. İçinde kırk ytl ile dört yüz euro vardı, alıp cebime koydum. Cüzdanı da çöp bidonuna attım.
Sınavım kötü geçti, okuldan çıkınca acıktığımı duyumsadım, hiç hayatın altında kalınır mı? Dönerciye girip kendime bir döner ısmarladım. Tabi dönerim geldi. Tam ısırırken, uyandım. Meğerse rüya görüyormuşum.
Demez mi? Her zaman olduğu gibi yine Çerkez’in soğuk esprilerinden biriymiş. Ağzı sabıkalı sözlerle dolu olan Reis dayanamadı.
-Lan oğlum, karı dururken yemek mi yenirmiş! ? .. Amma mavra atıyon… Valla, ayağımız karataban oldu.
-Küreselleşme rüzgârları bizleri önüne katmış götürürken, televole kültürü ediniyor, popisini pipisini zevk edineni öğreniyoruz, diyerek yine her zamanki duruşunu gösterdi Nurkal. Dinlenme süremiz geçiyor, hep birlikte ayağa kalkıyoruz. Yürüyoruz patronumuzun düş serdiği yolara… makinelere…
Yaşamın bir deri bir kemik bıraktığı Çıta’yı sabah cin atına binip başımıza ifrit kesilen şef çağırmıştı.
-Ahmet, şef niye çağırmış?
-Bu fabrikada on senedir çalışıyorum, bu zamana kadar hiç hatam çıkmadı, dün bezimi kontrol etmiş. Güya hata yakalamış, ihtar imzalattı.
-Bir musibet bin nasihatten iyidir oğlum.
Eski ülkücülerden olan Reis, topacık şişman, paldır küldür yuvarlanır gibi yürüyerek makinesinin başına varmıştı ki, dayanamadı.
-Ben, hep derim oğlum. Şefin aklı şeytanlığa çalışıyor gibi görünse de et kafalının teki.
Gülüşüyoruz. İşçilik, bizim sırtımıza semer gibi vurulmuş, bineni de çok… Salonun ortasında Truva atı gibi dimdik duran şefin yanından ekşiyerek geçiyoruz. Neden, AB Türkiye’deki emekçi haklarından söz etmiyor, neden bir tane kabul kriteri yok! ? Kim bilir, belki de düzeni koruma adına AB da küreselcilerin bir tezgâhı! .. Emekçilerin yürekleri hınç dolu, hep kanayan bir yaraları var. On iki eylül sonrası emekçiler, bozguna uğramış ordunun eratı gibi düşe kalka yaşıyor… Emekçiyi sömürüye alet eden onlar değil mi? Seyrani, bu kent de düzeni sallamış da neden biz sallayamıyoruz.! ? .. Küreselci patron, ne zaman yüzünü ekşitse, tespih böceği gibi büzüşüyoruz? ...
Zamanın emekçiye, yoksula bakan yüzü kanarken, parayla politika yapan zenginler milletvekili oluyor, kendi düzenlerini yürütecek yasalar çıkarıyorlar. Yüzlerindeki insan cilası silinen patronlarla milletvekilleri dar alanda kısa paslaşmalar yapıyor, fabrika üstüne fabrika kuruyorlar. Yabanıl örümcek gibi yoksul ve işçinin emeği üzerine ağlarını örmüşler. Tüm bunlar da gözlerimizin önünde oluyor, yoruma gerek kalmıyor, bizler de güvercin sevenler gibi seyrediyoruz.
Ben saat on beş de işten çıkınca mahalleme giden servise bindim. Gülümsemesi örselenen Apo bisikletiyle devrile devrile ve de evrile evrile Mahrumlar’daki evine dönerken Aydınlıkevler kavşağında kaza geçirmiş. Otomobile kafasını çarpmış, kendinde değilmiş. O sırada Selami denk gelmiş, arabasına atıp hastaneye götürmüş. Sarı Selami ertesi gün işe geldiğimiz de olup biteni bize orta oyunundaki bir meddah gibi sesini yükseltip, düşürerek anlatıyor.
-Yarı baygın ve harlı yüzüyle Apo’yu acile bırakırken seken kurşun gibi şaşkındım. Evlerinin telefonu bende vardı, kulübeden aradım, yaşlı babası çıktı, nasıl söyleyeceğimi düşündüm. Birine oğlunun trafik kazası geçirdiğini söylemek kadar zor bir şey yokmuş, sözcükler yüreğimden sökülüp geldi. ‘Bak amca sana bir şey söyleyeceğim, metin olman lazım. Abdullah kaza geçirdi, durumu iyi… Hastaneye yatırdım. Adamın kulağı da ağır duymuyor mu? ‘Sen dur hele bir, ben felçliyim, anasını çağırayım’ dedi. Panik için de olan amcanın anlamadığı belliydi. Telefona yaşlı bir kadın geldi. ‘Alo’ dedi. Teyze, Abdullah kaza geçirdi. Hastaneye yatırdım. Korkulacak bir şeyi yok, durumu iyi’ dedim. ‘Vay aneyy, vay! .. Güllü de ev de yok, sağ mı oğlum? ’ dedi. Teyze sağ, eşine haber ver hastaneye gelsin, dedim.
Hastaneye tüpçü de çalışan abisi de geldi, beraber filmlerini çektirdik. Acılara ayarlı bir yüreği olan Apo, yüzüme iki perçin gibi duran gözlerle bön bön bakıyor, doktor bana ‘beyin travması geçiriyor olabilir’ dedi.
Yoğun bakımda yatıyor, o arada eşi de geldi, kadın panik içindeydi, durumu ona da anlattım. Kadın yoğun bakıma girip çıktı. ‘Abi, bilinci yerinde değil, beni tanımadı’ dedi. İnşallah düzelir! .. Yenge ben daha eve gitmedim. Geçmiş olsun deyip hastaneden çıktım.
Bor pabucu gibi bir dili olan Sarı Selami’yi pür dikkat dinledik, arkadaş canlısı olan Reis şöyle bir doğruldu.
-Apo, aklını yitirmiş, inşallah düzelir. İşten çıkınca hep birlikte gidelim.
İşten çıkınca hastaneye tam tekmil, üç arabayla hastaneye gidiyoruz. Yoğun bakımdan çıkarmışlar, yanın da eşi Güllü kalıyor. Abdullah bizi görünce ayağa kalktı. Sanki yıllarca çektiği yükün altında ezilmiş gibi kambur duruyor… Elini tek tek sıkıyoruz, bize aval aval bakıyor. Güllü ayağa kalkıp yanımıza geldi.
-Hafızası yerinde değil, beni de tanımıyor. Kaza öncesi hiçbir şeyi hatırlamıyor. İhsan usta, güzlenen yüzüyle Abdullah’a baktı.
-Ben kimim, tanıdın mı?
-Hayır, tanımadım.
Adam akıl ayazında kalmış, hep birlikte acı acı gülümsüyoruz. Adam yattığı karısını tanımaz mı, çok sevdiği oğlunu bile getirmişler. Onu da tanımamış, doktoru ‘beş on gün içinde her şeyi hatırlar’ demiş. Nitekim de öyle oldu, iki hafta sonra işbaşı yaptı.
Makinelerin kirli gürültüsünde boğuluyoruz, bizlere nesne gibi bakıyorlar, sanki işçileri değil dış kapının mandalıyız. Sabahları hep birlikte süpürgeleri elimize alıyor, daireyi süpürüyoruz. Kar altında kalmış gibi her yanımız uçuntu oluyor.. Halbuki sabah bir arkadaş temizlik makinesi ile her tarafı temizler. Hem daha ekonomik olur, bir makine aldırtmıyorlar. Sağlık sorunlarımızla ilgilenen yok, bu kent de binlerce insan sigortasız çalışıyor ve binlerce mühendis ve işçi fabrikada çalışıyor, mesai verilmiyor! ? Emekçi çığlıklarını duyan bir Bölge Çalışma Müdürlüğü görevlisi yok mu? ! .. Özel hastanelerin acillerine gitsinler! ... Organizenin arka yollarını tutsunlar… Bu sorunlar kendini kanatan yara… İnsanların yürekleri şıngır şıngır ötüyor.
Bu gün garibim Nurkal, yine edebiyatçı yanını konuşturuyor.
-Arkadaşlar, iş yerimizde cin gibi değil, Çin gibi olmalıyız! ? .. Devir rekabet devri, ürettiğimiz bezi satamazsak iflas eder maaşımızı ve tazminatımızı alamayız. Bu çarkın dönmesi gerekiyor. Kaliteli bez üretmek zorundayız. Kalite, mükemmelliğin sayısal tanımıdır. Akılla bakılır, bilgiyle görülür, zamanla ölçülür.
O arada yemekten gelirken bahçeden koparıp ceplerine koydukları otu, Düve’nin önüne atıverdiler. Düve Selim’in içi doluymuş, tetiklenmeyi beklermiş, küfrü bastı.
Yolda yürürken başımıza taş düşse, alın yazısı diyoruz. Başımıza bu taş neden düştü, suçlusu kim demiyoruz. Bize yaşayın diye verilen öyküyü yaşıyoruz. Kocaman, gevrek gevrek gülen Patron’um benim sırtımdan ve kayıt dışı yollardan fabrika üstüne fabrika kurarken, ben yoksulluk sınırın altında yaşıyorum. Fabrikaları da olan müftü (gözüm yok, Allah daha çok versin) cumaları vaaz verirken, ‘Allah, zengini zengin olarak yaratmış, seni de işçi’ diyor, kader değneği ile bizleri hizaya sokuyor. Allah’ın daha başka ne dediğini o vaazında söylemiyor. Ne zaman tekstil işyerlerinin sözleşmeleri yaklaşsa, kader değneğini eline alıyor. Biz emekçileri hizaya sokuyor… Benim emekçi arkadaşlarım, öfkelerini usul usul bileyleyip, seçim zamanı da sömürü düzenini bitirmek ve emeği ekmeğe dönüştürmek isteyen politikacılara oyunu verebilse… Koyun gibi dinleyerek susa susa yaşıyoruz. Sen sığındığın sebeplere alın yazısı diyebilir misin? ...
Allah’ın bir kulu çıkıp da, müftüm onlarca yıldır bu kentte yönetici olarak çalışıyorsun. Kayıt dışında yüzde altmışla yetmişle birinci sırada, alkol tüketiminde ve fuhuşta ilk beşte, mafyada ilk ondasın. Müftüm, demek ki sen başarılı değilsin, demiyor. Emekli olmuştu tekrar göreve çağırdılar, şimdi de terfi etti… Yarın da milletvekili veya Diyanet İşleri Başkanı olursa hiç şaşmam… İslami kesim kendi içinde çok tutkun! ..
Sigara içmeyeli üç saati buldu, makineden dinlenme salonuna hızlı adımlarla yürüyüp, anamın memesine sarılır gibi sigaraya sarıldım. Vahabi gibi saçı sakalı birbirine karışan kafasüpürgesi Şeyh konuşmaya başladı.
-Azıcık kıçımız dara düşse, Allah diyoruz… İşler yolunda gittiğinde adı aklımıza hiç düşmüyor. Namaz yok niyaz yok, arkadaş ahret sermayen var mı? .. Valla günah keçisi olduk! .. Her şeyi mahşere bırakıyoruz…
Meczup gibi duran Şeyh kem küm eder de, çiğ milliyetçi Çıta onu desteklemez mi?
-İşimize gelince haramı hatırlıyor, işimize gelmediği zaman, iş yerinde haram mı olur diyoruz. Fabrikadan çıkarken gel sana bira ısmarlayacağım desem, koşa koşa gelirler. Camiye gidelim desem kimse gelmez, size bir şey söyleyeyim mi? Aslın da bu insanları musalla bile temizlemez.
Kutsal ittifakçılar, yine işbirliği yapmış gibi söze giriyorlar. Bir köşede uyuklayan ve gözleri iki derin kuyu gibi görünen Reis birden irkildi. Bir alp eren edasıyla konuşmaya başladı.
-Yüreğini patrona kaptıran bizim bukalemun azametindeki şef, mesai saatinde namaz kılıyor diye işçiyi işten çıkarıyor. Buna ne diyon?
Nurkal, içinden ‘Ağır ol cahiliye! Kısa kes sobalık olsun’ diyecek oldu. Ortamı germek istemiyordu
-Namaz şahsi bir ibadet. İbadetini gerçek anlamda yapmak istiyorsan kendi dinlenme saatinde yapacaksın! Dinlenme saatinde istirahatını yapıp, mesai başlayınca abdest alıp namaz kılıyorsa, bu elbette yanlış. Şef haklı.
Usta kalkın işaretini yapınca dağ gibi suskun işçiyle birlikte bende ayağa kalktım, makineme doğru yürürken belleğimdeki imgeler çatlamaya başladı… İçimdeki kuşlar havalanıyor… Elit kesim havuzuna yıldız çiçeklerinin sarktığı bağlarında Kral Midas gibi hayat sürerken ben oğlumu dershaneye yazdıramıyorum. Devletim beni ve benim gibi bacası eğri tüten emekçileri ser sefil bırakmakla haklarımızı gasp ediyor.
Acılarımız gözlerimizden okunurken ayağımızı yorganımıza göre uzatıyoruz. Sokağa bile çıkamıyoruz, elimizi neye atsak para gidiyor. Eve kapanıp kaldık, sosyal ev hayvanı olduk. Kanadı kırık kuş gibi ortalıkta kaldık… Benim edilgen ülkemde insanlarımızın büyük çoğunluğu yaşamayı hak etmiyor. Tabi dert saklayanda kalıyor… Ey acı, benim üzerime seni kim üfledi? ! ..
Şevrole Metin, ambalaj alanının kuytu bir yerinde arkadaşları başına toplamış, bir şeyler anlatıyor. Ben de dayanamayıp gittim ve sözün okkalı yerine yetişebildim. Ne de çok bağırıyor bu makineler… Seslerinden Şevrole’yi duyamıyorum.
-Hayata gülen gözlerle bakan dayım, evlenecek oğluna mobilya alıyor, üç yüz ytl’lik senetler hazırlanıyor. Aradan bir ay kadar geçiyor, mobilya aldıkları mağazanın oğlu yanında kısa saçlı takım elbiseli iki mafya bozuntusu ile hayatlarının içine hırsız gibi giriyor. Birinin sağ yanağında derince bir yırtık varmış. Tabi üç yüz ytl’lik senet üç bin ytl olmuş, dayım ağzına yumruk yemiş gibi sersemliyor. ‘Senedin günü geldi, tahsil etmeye geldik’ diyorlar. Biraz da saf olan dayım, ben üç yüz ytl’lik senet imzaladım dese de kim sallar. ‘Bak dayı, tekrar geleceğiz! Topuğuna sıktırma’ diyerek gidiyorlar.
Yüreği tandır ekmeği kadar sıcak olan dayım, kendi kendine ‘ölüler gibi susarsam, elimdeki beş on kuruş birikimimi de bunlara kaptıracağım, ben keriz değilim’ diyor. Dinsizin hakkından imansız gelir diyerek, yanına bir arkadaşını alıp çek senet işleriyle uğraşan, eski kulağı kesiklerden Rafet Baba’nın yanına gidiyor.
Biraz bekledikten sonra içeri alıyorlar, dayım olup biteni olduğu gibi anlatıyor. Rafet Baba da; ‘Sen bir daha geldiklerinde şu gün gelin, alacaklarımı toplayıp vereceğim dersin. Bana da telefon edip şu gün gelecekler diyeceksin’ diyor.
Mobilyacılar geliyor, konuştukları gibi randevu veriyor, Rafet Baba’yı da arayıp haberdar ediyor. Rafet Baba adamlarını marketin içine güzelce yerleştiriyor. Mobilyacının oğlu arkadaşlarıyla geliyor. Dayım kasanın başında oturuyor, parayı gözlerinin önünde saydıktan sonra senedi istiyor. Senedi cebinden çıkarırken Rafet Baba’nın depresif, yıkık görünümlü adamları silahlarını çekip saklandıkları yerden çıkıyorlar. Elinden senedi alıyorlar. Rafet Baba adamlara süngü gibi bakarken bağırıyor. ‘Evlat, beni tanıdın mı? Bana Rafet Baba derler, bundan böyle bu market benim korumam altında! .. Bir zeval gelirse, karışmam! ? ..’ diyor. Şevrole Metin’in konuşması bitince hemen oradan uzaklaşıyoruz.
Küreselleşmenin getirdiği koşullar yozlaşmaya ve çözülmeye neden oluyor. Yüreklerimiz şıngırdadıkça iç insanımız da kişiliksizleşiyor. Ahlaki değerlerimiz de birer ikişer çürüyüp yok oluyor. Bu gidişle gelecek kuşaklara bırakacağımız insan yanımız kalmayacak. Tabi, herkesin insanlığı kendine denmiyor, çünkü biz de nasibimizi alıyoruz. Menfaatimizin kiri ruhumuzu kirletip karartıyor.
Yüreği türkü tadında olan İhsan usta, dinlenme salonuna geçip oturdu. Güzlenen yüzü yoğurt torbası gibi duruyor. Geriye şöyle bir kaykılıp ağzını yamulttu, kertenkele sırtına benzeyen nasırlı ellerini sallayarak konuşmaya başladı.
-Şef, iş takip defterine talimat yazmış, dün işten çıkarken rulo alanını pis bırakmışlar. Bundan böyle temiz ve düzenli bırakacaklar.
Yumul yumul gözlerle bakan rulocu Cafer Tayyar Erdoğan’ın tsunami gibi yüreği taşmış olacak ki, oturduğu yerden ayağa kalktı.
-Ustam, biz dün rulo alanını diğer postadan dağınık ve pis aldık. İşimiz yoğundu, valla elimizi süremedik. Diğer postanın işçileri bunu hep yapıyor…
Kaşları ve gözleri pamuk uçuntusu olan Germirli Rıza da, İspenç horozu gibi dikleniverdi.
-Bu fabrikada tüm pislikleri biz mi temizleyeceğiz? Sen eski ustasın diye işi bize yıkıyorlar.
-Oğlum, eski falan bilmem! .. Ben diyorum taka tuka, sen ağlıyorsunuz yana yakıla… İş neyi gerektiriyorsa, o yapılacak. Sizden istediğim disiplinli çalışmanız, anlaşıldı mı?
Bu sözler, saçı sakalı toza bulanmış Cafer Tayyar’a lodos gibi dokundu. Toparlandı, konuşacak oldu, usta iyice sinirlendi.
-Oğlum, vıdı vıdıyı bırakın, yalana karışmış gidiyorsunuz. Ben anlamam, yavaş çekim çalışıyor, salonu da pis bırakıyorsunuz. Ben laf duyuyorum, kendinize laf söyletmeyin! ..
-İhsan Ustam, İSO 9000 Kalite belgesi aldık. Artık işçinin çilesine de kabul kriteri konup, numara verilse…! ?
Dedi Nurkal. Usta ile birlikte gülüşerek ayağa kalktık, kalite makinelerine doğru yürüyoruz. Emekçi haklarını budayan seksen iki anayasası Demokles’in kılıcı gibi üzerimizde dururken, işçi sağlığı ve can güvenliğine kim bakar… Mutluluk nedir? Yakın geleceğin bilinmezi! ? .. Emekçilerin yüzlerine bakıp öykülerini okuyabilirsiniz.
Kayıt Tarihi : 2.6.2007 09:44:00
Şiiri Değerlendir
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.




Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!