En mütevazi insanda bile gizli bir kendini beğenmişlik mevcuttur. İnsan kendini beğenmese çatlar ölür derler. Belkide eleştirilmeye katlanamama sebebimiz budur. Ne kadar fazla olursa olsun övgülerden rahatsız olmayan insan biraz eleştirildi mi sabrı tükenir ve dayanamaz hale gelir.
Kendini beğenmişliğin başka bir kötü yönü çok bilmişliğe ve kibre sebep olmasıdır. En çok seven, en fazla üzülen, en iyi düşünen ve bunlar gibi daha bir çok şeyi en iyi yapan en fazla hisseden bizmişiz gibi gelir. Bunu açıkça dile getirmesek de düşüncemiz bu yöndedir.
Kendini beğenmişlik aynı zamanda benliği besleyen muazzam bir güçtür. Benlik güdüsü ne kadar güçlü ise zamanla insan o oranda bencil olurda farkına bile varmaz. Bencillik ise menfaatçiliğe yol açan kötü bir özelliktir.
Bunları neden anlatıyorum diyorsunuz belkide…
Konuyu getirmeye çalıştığım noktaya sabırsızlığınız sayesinde şükür gelebildim. Yoksa sabaha kadar kendini beğenmişliğin sonuçlarını sayar dururdum.
Algılarımız ve duygularımız nasıl bir insan olacağımızı şekillendiren özelliklerimizdir. Algıyı şaşmaz bir ölçü zanneden insan yanılmaya da o oranda yakındır.
Hikaye edilir ki Harun Reşit babasının ülkesinde geziye çıkar. Sonunda öyle bir köye gelir ki burada yaşayanların hepsi kördür. İşledikleri büyük bir günah yüzünden Allah gözlerinin ışığını ellerinden almıştır ve çocukları da babalarının suçunun cezasını çekmektedir yani sonradan doğan çocuklar bile kör doğmaktadır. Harun Reşit yanında bir fille gelmiştir ve fil nedir bilmeyen köy halkı fili tanımak için etrafını sararlar, her yerine dokunmaya başlarlar. Fil durumdan rahatsız olup ürker ve kızgınlığını yansıtan şiddetli bir ses çıkarır. Köylüler korkup uzaklaşırlar ve aralarında konuşmaya başlarlar. Filin karnına dokunanlar filin yumuşak derili büyük bir hayvan olduğunu söyler. Hortumuna dokunanlar yılan gibi bir hayvan olduğunu söyler. Kulağına dokunanlar kadife gibi yumuşak ve yassı bir hayvan olduğunu söyler. Bacaklarına dokunanlar ise çatlak derili kalın, sert ve yuvarlak olduğunu ağaca benzediğini söyler. Herkes kendi söylediğinin doğru olduğunu iddia eder ve diğerlerinin yanıldığını düşünür.
Bizlerde görme özürlü bu insanlar gibiyiz. Duygularımız algılarımızı köreltirde farkında bile olmayız. Bu yüzden her zaman haklı olan biz oluruz diğer insanları haksız buluruz. Masum olan hep biz oluruz. Haksızlığa uğrayan, sevip sevilmeyen, aldatılan vesaire vesaire.
Ve her şeyi en iyi bilen yine bizizdir. Mesela en büyük aşk bizimkidir. Kimse bizim gibi sevemez. Ya da en büyük dert bizimdir. Örnekleri istediğiniz kadar artırabilirsiniz. Ne demiş şair;
Yeter Allahım yeter, çektiğim çile yeter,
Herkesin bir derdi var benimki daha beter.
Ne olduğunu bilmeden, görmeden aşkın neresine dokunmuşsak onu öyle zannederiz. Çünkü aşkı görecek gönül gözümüz görmediği için fani gözümüzle görmeye güç yetiremeyiz, duygularımız eliyle dokunduğumuz kadarını biliriz.
Her insanda gönül gözü vardır lakin görme yetisine sahip değildir. Koza ören tırtılın çilehanesinde halvete girip sonunda güzel ve narin bir kelebek olarak çıkması gibi, gönlümüzü aşk ateşine atıp, alevlerden bir koza içinde çile çekmeden, bu çilehanede yanıp kavrulmadan, aşkın varlığında kendi varlığımızı silip yok etmeden gönül gözümüz görmeye başlayamaz. Duygularımız ve ihtiraslarımız gönül gözümüzün görmesine mani olan perdelerdir. Bunlardan arınmadan görmenin yolu yoktur.
Bunu başaranlar, işte onlardır aşkın ne olduğunu görebilenler. Bu sırra eren gönül eri gördüğü güzellik karşısında sarhoş olur, divane olur. Sırrı söylemek bilene yasak bilmeyene serbesttir, bilen söylemez, söyleyen bilmez.
Tasavvufta da durum aynıdır, çünkü Allah’a ulaşmanın tek yoludur aşk. Bu sebeple tasavvufta önce mürşide aşık olmak öğretilir. Aşık olup tam teslim olabilenler mürşidin feyziyle Allah aşkını öğrenirler.
Kainatı bir arada tutan çekim kuvvetinin etkisiyle madde nasıl dönüp durursa aşkın cazibesiyle aşıkta maşuğun çevresinde pervaneler gibi öyle döner durur.
Bakış açısı çok önemlidir. Hikaye edilir ki Sultan Sancar rüyasında erkeklik organını ve erliğini büyük bir yılanın kopartıp yuttuğunu görür. Müneccim başına anlamını sorar. Müneccimin yorumu şöyledir; “Tüm aileniz ve sevdikleriniz sizden önce ölecekler büyük acılar çekeceksiniz.” Sultan Sancar onu kovar ve Ararat Dağı’nın ardında ikamet eden Ermeni bir müneccimi çağırtır. Onun yorumu ise şöyledir; “Sultanım tüm sevdiklerinizden daha uzun yaşayacaksınız.” Sultan Sancar bu yorumu beğenir ve müneccimi ödüllendirir.
Aşka düşen insanda bu müneccimler gibidir. Bir çoğu yandım, öldüm, bittim diye feryat eder durur. Haline şükretmek yerine şikayetle ömür geçirir. Çok az insan ikinci müneccimin bakış açısına sahiptir ve bilirler ki içinde bulundukları hal, pişip olgunlaşmalarına sebep olacak vasıtadan başka bir şey değildir. Yanmak sebeptir, pişip insan olabilmek amaçtır.
Kendinden geçmeyen kendini bulamaz, dibe vurandan daha hızlı yükselen yoktur, gecenin en karanlık anı sabaha en yakın vakittir. Mutluluk şımartıp çocuklaştırır, acılar çileler olgunlaştırır.
Sözlerime burada son verirken muhabbetle aşk ola diyorum.
Fahrettin PetriçliKayıt Tarihi : 14.6.2015 04:16:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bakmak ile görmek arasındaki fark gönül gözünün elçiliğinde ortaya konmuş ..
Gönül gözü öyle kıymetliki Aşk gönül gözüyle gün doğumu gibi doğar, yürekleri aydınlatır ...yükselir yükselir taki Aşk yakıp kavurur aşıkta gün gece olur ..
Kutluyorum Fahrettin bey kaleminiz tükenmesin..nicelerine +10
Saygılar
TÜM YORUMLAR (1)