01İstanbul'un Fethi ya da Urban Destanı

Ahmet Yozgat
2011

ŞİİR


5

TAKİPÇİ

01İstanbul'un Fethi ya da Urban Destanı

İSTANBUL’UN FETHİ DESTANI
Vakit tamam! ...
Açılacak nev devir, kapanırken mevcut hâl.
Tarihler ikrar eder: Artık eski hal muhâl!
Bu öyle bir fetihtir ki, beşerin, çağlar süren türküsü,
Zamanımıza kadar uzar peygamberi öyküsü.
***
Urban bre Urban…
Doğrul nazlı Tuna’dan, Budapeşte’den uzan,
“Öldürdük de oğlunu” ocağına işimiz düştü,
Davran hele be gurban, su’ra fetih üşüştü.”
Demek için buralardayız,
Say ki bin atlı ile Mohaç’ın başlangıç durağındayız.
***
Urban… Urban…
Sakalı ibrişim ustam, bıyığı çelik kolan.
Bil ki şimdi zamanı yüce aa-liyi Osman,
Yani Konstantin artık masal, bin yıllık Bizans yalan…
Değil midir ki artık uzayan vakitler tamam!
Yatmalı, kumdan beşiklerine gayrı şu senin şahi toplar,
Basamak basamak örmeli bu kutlu davayı maharetli ustalar,
İmkansa işte imkan, plansa aha plan…
Urban…bre Urban…
Dök hünkara bin şahi, hele de bre gurban…
***
Beni tarihler bilir,
Ben ki döküm ustası Urban, maharetli bir erim,
Sayın ki bir volkan misali içim, krater gibi ellerim,
Ol nedenle ak alevden lavları yüreğimden dökerim.
Ve sayın ki uzak bir akrabanızım unuttuğunuz kuzeyde bir yerlerde,
Ve merkezi Asya’dan uzanan o şanlı seferlerde,
Atalarım hurucetmiş atayurttan bilmem hangi tarihte,
Yani, Hun soylu bir Macaryalıyım,
Büyük büyük babam bey Bleda, aslen tanrı kırbacı Attilalıyım.
Dedim ya, işim haddehanede som çelikten has döküm,
1452’nin başlarında başladı, Edirne’deki öyküm.
***
Ben de Meriç’in kıyısında bir yıldız şehir,
Edirne adım.
Diyarı Osman’a kayıdım, kan ve kılıç ile yazıldı tam yüz yıl önce,
Urban usta uzaklardan ayağının tozu ile gelince,
Sevincimden ağladım, her gözüm bir başka nehir...
Kum kalıplar dillendi eman; ve şahi toplar döküldü türkü, türkü,
Çerkezi, Çeçeni, Arabı, Kürdü, Tatarı ve Türkü,
Kutlu bir imamenin altına, dizildi boncuk boncuk,
Henüz süt kokan ağzı, bıyıkları terlememiş bir çocuk:
Asıl işi var sayın ki mahalle arasında dalıvermek oyuna,
O da ünler avaz avaz boyuna: Urban, amca Urban…
Dök bana da bir şahi, de hele gurban…
***
Durun ey ehli vatan, hele bi durun!
Ve huzuru şahanemde elpençe divan durun!
Ben ki sur dibinde volta vuran bir yüce sultan,
Tek yürek değil, tüm teb’amdır ki şu an döşümde atan,
Ardımda Bayramiye ehlinden Şemsettin ki,
Nura kesmiş som beyaz ve mütebessüm bir beniz,
Ayaklarımın dibi mağma, alev alev kor ve azgın deniz,
Ve altımda nesli düldüle uzanan bir şanlı kırat,
Şakaklarım kan ve ter, sayın ki nisanda kızıl Fırat…
“Bilesüz kü fermanımdur; teknolojinin şehinşahı buluna,
Bilirim ki o demde kısmet eder fethi, yüce ilah, kuluna.
Ve sen de bilesin kü emrimdür bre Macaryalı demirci Urban,
Dök bana da bin bir şanlı şahi, davran be usta heman…
***
Şöyle yazar tarih-i Müneccimbaşı ki bir bir,
Ne menem iş olmuş ise, ol kadim zemana dair;
Bizans bin yıllık köhne, Osmaneli bir çınar daha taptazecik,
Bir sultan ki en önde yirmi birlik gencecik,
Ve ardından benek benek yollara dökülen erler,
Kellesi koltuğunda ve yüreği avucunda neferler.
Bir gümrah fidandır ki genç fatihler; boy atarlar an be an,
Kimi atla dört nala, kimisi soluk soluğa yayan,
Bir önceki ihtiyar, dünkü genç ve bu demdeki ergenler,
Ne burç tutar onları, he-hey… Ne de surlar engeller.
Bir yarış ki toz duman, kalmamacasına geride,
Tarihi ürküten fatih, ne olur? Yaz orduna bizi de…
Dillerde dua ve tekbir, yürekler yekpare Kur’an,
Çığlık çığlığa yükselen arzu, yalnız şu şimdi diyar-ı Rum’dan:
Urban bre Urban… dök bize de birer şahi de hele gurban…
***
Gerilse de zincirler, Haliç’in dudağına,
Senedi yok surların, çıkmak için yarına,
Yansa da Rum ateşi, suyunda Marmara’nın,
Neşteri son kez inmeli, bu kronik yaranın,
Kör ağızlı bir pala, bilenirken aşk ilen,
Bin yıllık bir tutkudur, ağızlarda dillenen,
Ve Muhammet nebiden beri, yüreklerdeki yanan:
Urban urban… dök bize de bir şahi, de hele gurban…
***
Efendim, ben de bir şahi topum…
Özüm diyar-ı Divrik’ten hadid cevheri,
Ve belde-yi Karabük’ten simsiyah kömür,
Ben söyleyince susar, konuşmaz ne sur, ne de duvar.
Alnacımda anlık yıldızlar gibi kayar, bil cümle uzun ömür.
Yüreğim bin bir gözlü ve yirmi dört ayar özdür, yiğit Anadolu’dan,
Nara nara patladığım her hisar, sayılır ehlince bin yıllık vatan.
Ol nedenle burçları, nasırlarıyla kavrar som çelikten ellerim,
Ne gelir gafil uykum, ne yorulur bedenim …
Barut ve ateş zifafta bu gün sanki, çığlık çığlığa her an:
Urban urban… dök bize de bir şahi de hele gurban…
***
Ulubahtlı bir hikayettir ki bu, çoğalır halaskaran,
Şura Ulubat köyü, bu da sancaktar Hasan,
Anasından peşinen, kuşanıp hayırlı bir duayı,
Babasından devralmış, bu peygamberi davayı.
Ol nedenle çığırır, her daim, şehadet türküsünü,
Eminim ki tarihe kazdıracak, bu oğlan öyküsünü.
Ve bilin ki hayran hayran bakacak, onu deftere yazan,
Yüreğinde salt sevgi, hayranlık gözlerinde,
Keşke ben olsaydım, bu yiğidin yerinde!
Gayrı ihtiyari, şu şözler, dökülecek ağzından:
Urban urban… dök bize de bir şahi de hele gurban…
***
Ve efendime söyleyeyim...
Ben de ulubahtlı Hasanlardan bir delifişek Hasan,
Yani Bursa Ulubat köyünden, evladı kara Osman,
Bağrımdaki yoksulluğun ve yetimliğin kör olsun gözü,
Ama bir cesaret var ki yüreciğimde cevherin özü,
Tıpkı Ulu Keşiş Dağı gibi yüce ve Toros dağları misali kocaman…
Urban bre Urban… dök bana da bir şahi de hele gurban…
***
Sorar Müneccimbaşı vekayı nüvisinde:
Söyle ey tarih, şu sur mu durduracak çıldıran bu, yekpare seli,
Ve gezinirken üstümüzde, sultanlar sultanı Eyyub’un nurlu eli,
Terk edip merkez Asya’yı, Kayı boyu, bu yöreye geleli,
Can çekişir zülumat, boğulur karanlıklar…
Kutlu şüheda ile dolarken mezarlıklar,
İşte hayat ve aha memat, iki düşman kardeş gibi yan yana …
Durun hele sipahiler, kesin davudi naraları bre yeniçeriler.
Bulut atlı ve ışık suretli bu katılanlar da kim kutlu kervana?
Yüzlerce yıl evvelinden, ılgıt ılgıt göğüslerinde akan hala kan,
Cepheye bir nurdan hüzme gibi hızla yaklaşan,
Beyaz atlı ve yeşil serpuşlu şüheda alayıdır ki onlar,
Gizemli kitaplar misali susarlar,
Ama hal-i lisan ile nisanda gök gürler gibi konuşurlar:
Urban bre Urban… dök bize de bir şahi de hele gurban…
***
Ben ki Mehmet iki,
Almaz havsalam: Neden hala fatih değilim ki?
Bilin ki ey çaresiz halaskaran,
Yüreğimde öyle bir hırslı arzu vardır ki,
Ya beni alır Konstantin, ya da ben alırım onu inanın ki…
***
Dedim ya efendim bidayette; Vakit gayrı tamam!
Müneccimbaşı’da olsam ben, bundan böyle olanları yazamam,
Şahi ve güherçile, ve gülle ve kılıç ve beyin ve çelik gibi güçlü kas!
Ol sebeple delirmiş zaman, vakit bir çelik rakkas,
Amma gene de her saati bir asır gibi uzar,
Biçerken Ulubatlımı, en yüksek burçta bir keskin hızar,
Ve vurur yüreğe kösler ve davullar deli deli,
Görmedi böyle bir uğraş, kent-i Kostantiniyye kendini bildi bileli.
Bosforos boğaz ise, hırçın ve dehşet ile kudurmuş,
Bir dahiyane plan; gemiler karaya vurmuş.
Marmara ağıt ağıt, son ezgiyi dizmede kavm-i Rum’a,
Turaç misali inerken kadırgalar ve kalyonlar, yani bütün gemiler suya.
Isırır parmağını surlar, açılır ağzı Haliç’in,
Ahınız kalmasın takalar, yol açık siz de geçin...
***
Bileğim kadar bıyıklarıyla leventler atlarken suya,
Var sayın bir deli kral, taş atmış, yol üstünde kuyuya.
Uğraşmaz akıllılar, çıkarmak için onu,
Bilirsiniz ki cümleniz, sadece zor olan bozar, her bir kahpe oyunu.
Çözülmezse kesilir, Gordiyon’da kördüğüm,
Çepeçevre surlarda, başlar bir kanlı düğün.
Anımsamaz bu tadı, şu bolat temren, vallah temren olalı,
Bir acar yeniçeri ki, heyecan içinde yüreği, urbası kefen olalı.
Dur bilmez bir sipahi bey, durak bilmez bir istihkam ağa,
Bir kılıncı konuşur, bir de şeşberi; Ezrayil lisanıyla,
Ve bir de dimağında son arzu,
Ve en son laf kuruyan dudaklarında kalan:
Urban bre Urban… patlat bizim için de bir şahi, hele de gurban
***
Ve efendim burası,
Suyun öte yakası ya da şu kalın duvarların arkası…
Ben de Kommenos oğlu, son kral, Konstantin’im,
Ne imanım kurtarır gayrı beni, ne de vahı kalmış bu dinim…
Kırk bir yerinden lime lime dökülürken kitap üzre ettiğim oyeminim,
Adam gibi savunamam yurdumu eyvah ki eyvah!
Ancak kolları budanmış, tavşanlar misali teslimim: Ah ah!
Ayasofya bencileyin büker, taştan boynunu
Ve eminim hüzün ile hatırlar bu gününü,
Kalbine yoğun bir matem düşer, sabırsız, beklerken kurtuluş düğününü.
Derununda ruhaniler, meleklerin cinsiyeti derdinde,
Ne idüğü belirsiz, bir kara kaplı kitap dolanır, asabi ellerinde,
Tartışmalar diz boyu, ancak hani nerede, nihai karar?
Veya o karar verilse de kime ve neye yarar?
Batar acı ve elemle, şems-i Bizans, son kez ufk-u tarihe.
Hani dersiniz ya tarif için; “Bizans-ı köhne…”
Hakikat… Köhne mi köhne bir yapı örmüş, kentte bu suskun taşlar,
Beyhudedir herbir şey, hiçbir şeye yaramaz artık bu, son çırpınışlar?
Biterken bin yıllık oyun; kapanırken son perde,
Dillerde pelesenk kalır bir tek; “Hey gidi Bizanslı kahpe! ”
Sanki gelmemişiz bu arza ve de girmemişiz tarihe,
Ağlasam mı, gülsem mi ben de, bu trajik kadere…
***
Vakit tamam! ...
Bidayette dedik ya hani?
Vurur en son nevbeti, coşkulu mehterani…
Köhne surlar sökülür çorap gibi peş peşe,
Güller açar yanakta, yemyeşil bir umuda, evrilirken endişe,
Ceneviz, apar topar kaçar iken denizde; acınır, sahte bir eda ile,
Paslı Galata çöker ve Venedik çekilir sonuncu veda ile,
Kapanan, o karanlık ortaçağ, inler, acı ile tarihte hala,
Açılan bu ışıklı devirse, bizden hediye olsun bunalan insanlığa.
Ve artık yürür sultan, yanında Akşems ve Gürani ve Hüsrev ile…
Başlarında Eyyubile Asyasofya’ya iner, bu en kutlu kafile…
Dillerde tekbir, minaresiz camilerde ezanlar türkü türkü,
Ve bahtiyar bir secdede, hitam bulur bu öykü…
***
Urban ise yorgun ve uykusuz; elleri is ve barut kokusu,
Coşkulu yüreğinde ise, başarmış, ustaların tutkusu…
Unutmaz ve ferman eyler sultan Fatih, vefalı bir his ile:
“Hassayı hazünemden hak ittiğü virüle! ”
“Urban Urban… Berhüdar olasan bre ustam…”
***
Ve efendim…
Biz ise şu an beş yüz yıl sonrasındayız,
O şanlı fethin, taptaze, bu günde sevdasındayız…
Sayın ki Diyarbekirli kara Haydar ve Maraşlı yaman Ökkeş,
Ve Antepli Şehmus ile Edirneli ince Dilaver
ve Karslı deli Serhat ve de bendeniz Yozgatlı Ahmet….
“Onu fetheden asker, ne şanlı asker! ” demiş ise Muhammet,
Deriz ki biz de: “Başım üzre, ezeli bir emirdir bu, biline gayrı bana,
Ey koca ve nazlı İstanbul şehri,
Verir miyem bundan böyle, seni kırk kat yabana,
Ya sen bizi alırsın, ya da biz seni,
Evimizden çıkarken bu sabah giydik, üstümüze kefeni…
Biz ki, bunca insan, karlı dağlar gibi kararlı, buradayız,
Sayın ki Alemdar Ulubatlı ile en yüksek hisardayız…
Patlarken nostaljik toplar surlardan pare pare,
Türkü, Kürdü, Çerkezi ve Çeçeniyle omuz omuza,
Ve Anadolu’da da bir arada koyun koyunayız,
Etle tırnak olmuşuz bir bütün ve yekpare,
Yani biz ki başı karlı Toroslar misali her daim yan yanayız…
***

Ahmet Yozgat
Kayıt Tarihi : 6.8.2007 21:30:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • Necip Erdoğan
    Necip Erdoğan

    çok uzun olmuş ,okumak gözüme geldi,bence daha sade ve Türkçe olmalı ,

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (1)

Ahmet Yozgat